20 Şubat 2009 Cuma

24 Kasım Hakkında

Öğretmenler Gününü Kutlarken

Bu öğretmenler gününü kutlarken öğretmenlerimizi nasıl anımsayacağız?
Okullarda eğitim-öğretim sisteminin kemikleşmiş sorunlarıyla savaşırken yaşadıkları güçlüklerle mi?
Öğrenci, veli, okul idarecileri, milli eğitim müdürlükleri ve diğer meslektaşlarıyla yaşadıkları empati yoksunluğuyla dolu iletişimsel sorunlarıyla mı?
Özlük haklarının kısıtlılığıyla mı?
Çağın gerisinde kalmış (bırakılmış) eylemsiz koca bir gövdeyi taşır gibi üstlendiği eğitmek- öğretmek ödevinde ne kadar başarılı olabildiğiyle mi?
Kasıtlı davranış değişikliği tanımından, özgür öğrenme ortamlarının oluşturulmasına geçişte üstlendiği sorumluluğun ne kadar bilincinde olduğundan söz ederek mi?
Mustafa Kemal’in baş öğretmenliğinden bugünlere uzanan ulusal eğitim kurumlarımızın (hangi) amaçlarının, (ne kadar, nasıl) gerçekleştirilmesinde, eseri olan yeni nesle yaptığı katkılarla mı?
Öğretmenlerimizin elini öperken duyduğumuz ürpertili heyecanı eskilerde unutup, tüketmenin kolaycılığıyla, metalaştırılmış değerlerle, dürüstlüğü azımsayan boş laflarla onları kendi sorunlarıyla baş başa bırakarak mı anacağız yine yoksa, geçim sıkıntılarından, maaşlarının azlığından söz edip, uçucu medya haberleriyle ah,vah edip, aynı döngüde yoksulluğu acizlik kılığına sokarak, öğretmenleri yalnızca paraya muhtaç-mış gibi göstererek mi?

Mustafa Kemal’in umudunu bağladığı gençliğimizi, yani tüm geleceğimizi emanet ettiğimiz öğretmenler, toplumsal yaşamdan okula, birbiri içinde soluk alan çevresel olaylardan, sınıfa akan, gündelik, çağcıl belki de bir çoğu çağ dışı sorunlarla kuşatılmıştır.
Öğrencilerin etkinleştirilerek, bilgiye ulaşmasında birer yol gösterici olmaları gereken bilişim çağının eğitim-öğretim sürecinde öğretmenlerimiz, hâlâ kara tahta, tebeşir, masa, sıra araç gereçleriyle kalabalık sınıflarda, öğrenme çabasını çoktan umutsuzluğa bırakmış öğrenci topluluklarına “sus, dur” demekten öteye geçemediği 40 dakikaya kelepçelidir.
Artık tinsel tadını, vicdanî sorumluluğunu bir kenarda tutmak durumundadır, öğretme ediminin. Maneviyat, komik bir ayrıntı gibi sırıtmaktadır, günümüz eğitim-öğretim yaşantısında. Testlerle, özel derslerle okul ve dershane sıralarında yarış atı gibi koşturulan çocuklarımız, çocukluğunu, gençliğini doyasıya yaşayamaz olmuş, sınavlarla belirlenecek olan geleceğinin ağır yükü altında bunalımlarla örselenmiştir. Işıl ışıl gözlerini dünyaya, doğaya, bilime, umuda değil, soru şıklarına çevirmek zorunda bırakılmış, yüreği şimdiden gelecek adına endişeli, aklı oldukça karışık olarak yaşamın eşiğinde bekletilmiştir.

Karatahtanın önünde, akıp giden gençliklerine katkıda bulunma çabasıyla didinen öğretmenlerine karşı takındıkları umarsız tutum ya da sevgilerinin yerine çıkar çatışmasına dönüşmüş not kaygıları için onları suçlayamayız.

Onlara kızamayız. Magazin programlarıyla, feodal düzenin töreleriyle beslenmiş dizilerle, içi boşaltılarak sunulan şiddet haberleriyle, bireyselliği özendiren, kadını mutfağa, erkeği hizmet beklemeye yönlendiren reklâmlarla bombardıman edilen tazecik beyinleri, doğru kanallarla sunulacak gerçek bilgiye susamaktadır. Teorik bilgilerin uygulanabilir verilere dönüştürülemediği, ezberciliğin öğrenmekle bir tutulduğu, başarının yalnızca notla değerlendirildiği, sayısal derslerdeki verimin zekânın bir ölçütü sayılıp, yeteneğe bağlı derslerin gereksiz görüldüğü, okumanın, yazmanın, kendi dilinin, tarihinin, yaşadığı coğrafyanın kısır döngüler içinde zorlamalarla öğretilmeye çalışıldığı yıllar süren bir eğitim öğretim sürecinden geçmektedir gençlerimiz. Bu sürecin sonunda genel çoğunluk, cümle kurmakta, kendini ifade etmekte, yaşadığı toplumu anlamakta, sonuç çıkarmakta, bilimsel yaklaşımlar üretmekte, birey olmakta zorluk çeken, değiştirip, dönüştüremeyen, katılmayı başaramayan, iletişim kurallarını uygulayamayan, saygı duymayı, demokratik davranışları, sevmeyi benimseyemeyen birer diplomalı olarak kalmaktadır.
Onlara kızamayız.
Sınıflandırılmış bir eşitlikçi sistemin kurbanıdır her biri. Azınlığın ‘iyi’ eğitim veren kurumlarda, ‘iyi’ sınıflarda, çoğunluğun ‘kötü’, ‘başarısız’ öğrenci damgalarıyla farklı okul ve sınıflarda toplandığı, parası olanın olanaklarına yetişmek adına yoksul olanın durmaksızın boğuştuğu bir ‘fırsat eşitliği’ sonrasında aynı sınavlara sokulurlar. Kimisi inatçıdır, uzun emekler sonucunda başarır. Çoğu kazanmanın belki de bir düş olduğu bilir. Bazı ‘iyi’ eğitilmişlerinde ise bu durum, kazansa da iş bulmanın zorluğu noktasında odaklanır.



Bu sıralarda çocukluklarını, gençliklerini tüketip, yılarca Türkçe dersi görüp, Türkçe’nin yazım kurallarını bile kavrayamayan, yılarca Yabancı Dil dersi görüp, bu dilde iki çift kelime konuşup, konuşulanı anlayamayan, yıllarca en önemli ders kimliğiyle Matematik dersi görüp, hatasız çarpma bölme yapamayan, Fen derslerinin doğayı anlamanın bir yolu olarak değil, soyut kavramlar yığını olarak görüp, bir türlü çözümleyemeyen bu gençleri biz yetiştiriyoruz. Üstelik yaşamlarının en güzel yıllarını bir çırpıda çalarak!

Böylesine güzel bir gençlikten şiddet dolu, öfke dolu, yoksulluğu, ezikliği bir yazgı gibi giyinmiş, kendisine, ülkesine, kimliğine yabancılaştırılmış, çevresini tanımadan erk ilişkilerinin kölesi olmuş, doğuda ve batıda bambaşka süregelen yasaklarla kuşatılmış bir toplum oluşturulmaktadır.

Öyleyse kabul etsek de etmesek de, iyimser ya da kötümser olsak da korkunç bir yol ayrımına doğru sürüklenmekteyiz.
Ya, böyle gelmiş, böyle giderse kötüye gider ama n’apalım, diyerek, kendimizi kandıracağız ya da bir ucundan tutup, su taşıyacağız bu yangına damla da olsa...

Evet bu öğretmenler gününde öğretmenlerin bu ve benzeri gerçekleri yüreklice itiraf etmeye güçleri yeter mi?
Örgütlenmek şöyle dursun, her türlü başarısızlığın birincil sorumlusu olarak yakalanmaktan korktuğu bir saklambaçta, ‘başarıyı’ sözde artırmanın yolunu öğretimin seviyesini düşürmekte bulduğunu söylemeye cesaret edebilir mi?
Bir idarecinin uyguladığı demokratik (çoğulcu) olmayan yaptırımlara hayır derse, karşılaşacağı olumsuzluklardan etkilenmeyecek bir özgüvene sahip midir? İdarecilerin kimliğine, siyasal görüşlerine göre kılık değiştirmek, günün geleneğine uymak adına daha mı kolaydır?

Ne yazık ki, öğrenciyi etkinleştirelim derken, öğretmeni çaresizleştiren kuralsızlıklarla, ön süreçler yaşanmadan tepeden inme uygulamalarla eğitimde çığır açtık sananların siyasal söylemleriyle, kurumsal yanlışların, kemikleşmiş sorunların çözümünü öğretmenden bekleyen, bana neci yaklaşımlarla çürütülmüştür, Mustafa Kemal’in devrimci eğitim anlayışı.
Artık komik zamlara neredeyse sevinen, bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışıyla iktidarların memurluğunu yapan, okumayan, sorgulamayan, geçici çözümlerle avunan bir öğretmen olmak, öğretmek güdüsünün etik doyumunu parayla ölçmek, ulusuna iyi vatandaşlar yetiştirmenin önlenemez sevincini azımsamak genel bir eğilim olmuştur.


Artık ne bir mumdur öğretmen aydınlatırken eriyen, ne de korkuyla karışık bir saygıyla önünde eğilinen biridir. Geçmişte öğretmene karşı duyulan bu korkunun elbette savunulacak bir yanı yoktur. Ama yeri gelmişken genelleştirilebilecek şu soru sorulmalıdır: Korkunun yerini sevgi alabilmiş midir?

Cumhuriyetçi, devrimci inançlarla kurulan ulusal eğitim savaşımının her aşaması çok iyi incelenmeli, irdelenmeli, köy enstitülerinin kapatılmasından günümüze uzanan tarihsel akıntıda eğitimin hangi siyasal amaçlarla, hangi politika ve politikacıların güdümüne sokularak, gençliğimiz üzerinde nasıl oyunlar oynandığı nedenleriyle, sonuçlarıyla aydınlığa kavuşturulmalıdır.

Bu öğretmenler gününde öğretmenleri bir etiket günde, şiirle, şarkıyla anmayı bir kenara bırakalım.
Bu çürümeyi engellemek adına ne yapacağız? diye soralım.
Öğretmen adaylarının yetiştirilmesinde yaşanan aksaklıkları konuşalım.
Mustafa Kemal’in ışığına sığınarak, cumhuriyetçilik, devrimcilik, ulusalcılık, halkçılık, devletçilik, laiklik ilkeleriyle gerçekten bezenmiş eğitim yuvaları kurmanın yollarını araştıralım.
Vatanını, ülkesini yürekten seven, halkının çıkarlarını, kendi çıkarlarının üzerinde görmeyi yaşam biçimi olarak seçen yurttaşlar yetiştirmenin önemini, ödediğimiz bedelleri anımsayarak vurgulayalım.
Beyin göçünü, nedenlerini dile getirip, azaltmanın yollarını araştıralım.
Kılı kırk yararak öğretilmeye çalışılan sosyal değerleri bir çırpıda yıkmayı, izlenme rekorları adına hiçe sayan TV yayınlarını belirleyerek, eleştirelim.
Bilim çağının gerektirdiği yeni uygulamaların, dersliklerde kullanılmasına yönelik yapılması gerekenleri somutlaştıralım.

Uzattıkları ellerini tutup, hiç değilse bir gün öğretmenlerimizi yargılamadan, acır gibi görünmeden, gerçekçi bir tutumla anlamaya çalışalım.

Okullarımız fiziksel ve sözsel şiddetten arındırılsın.
Umutsuzluğa itilen, işsizliğe salınan, gelecek kaygısıyla dolu gençlerimiz ‘başkalarınca’ sahiplenilmesin.
Sınıflar gerçek birer öğrenme ortamına dönüştürülsün.
Edinilmiş çaresizlikleri, öğrenilmiş çabalarla değiştirelim.
Öğretmenlerimiz yeni bilişsel yöntemlere, bilgiyle, eğitime duyduğu inançla, yaptığı işin onuruyla taçlandırılsın.

Bu 24 Kasım’ da seslice soralım:
Kaybedilecek zamanımız kaldı mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder