Su Çiçeğinden Yazılar – I
/Şairleri çok eşli bir şehirde bekledin. Günün en soğuk saatlerinde başladı yolculuk. Özgürlüğün tanımsız bırakılmışlığından yorgun bir sevdaya doğru. Açıldı kapılar.
Sözcüklerin anlamlarını silkelediği bir özlemi soluduğu, tarihin elini kolunu sallayarak dolaştığı bir şehirde, denizin kederinden, tuzundan, yosunundan payına düşeni almış yaşantılardan bi’haber geçtik anları, yılları. Yağmur kendi kendine söyleşir gibi dostça sokuldu bu kavuşmaya. Duvarları saydam bir odada zamansızlığa okundu öyküler, şiirler...
Dağınık bir yatak, kitapları okunmuş bir kitaplık, masada unutulmuş eller. Yanılgının eşiğinden geçmiş çocuklar gibi suya yazmaya başladığım bir yalnızlıkta peşinden koşarken acılaşmış yüreğim. Gölgeli bir yüz. Beklemeye alışmışken çekip gitmeyi seçmiş. Toprak tanımlıyor sesini en çok. Toprağın sonsuzluğu. Vefası. İklimlere bağımlı verimliliği. Yaprağın alçaldığı göl, birikintilere açmış çiçeklerini umutla. Toprağından, suyundan, terinden, kederinden gecikmişliğime serptim. Doğanın bereketinden utanarak.
Yaşanan aşkların sitemsiz tanığıdır şehirler. Katlanırlar gölgelerinde yaşanan ayrılıklara. Üzülürler belki, insanın yaşamak telaşında yitirdiklerine. Geriye dönüp toplayamayız ki kırıp attığımız yürekleri. Acıttığımız sevdaları.
Aklımın karışıklığında duvarlara çarpan bir dalga çekilip giderken sana döndüm belki de bu yüzden. Büyük görkemli bir ağaçtın avlularda serpilmiş. Dalları kesilmiş sonra. Bu haliyle yitirmiş dokunmayı, eskimiş.
Çoktan yaşlanmış gibiyim bilirsin. Çoktan yorulmuş. Şimdi çıplak ayaklarımı okşayan su köpüklenirken, iyi ki bildim gitmeyi, diyorum. Gelmeyi bildiğim kadar.
Suya yazdığım yazıları getirdim sana. Tek yapabileceğim budur belki de. Yokluğunun varlığında./
-Zihni T. Anadol anısına saygıyla-
Bir çığlıksızlık çağındayız. Yitirdiklerimizin kanayarak bizden koptuğu bir suskunlukla yoksunlaştırılmışız. Öyleyse kendince yolculuklar yapabilmek, erdemin ışığına dokunabilmek, yaşamı anlamlı kılabilmek yani yazabilmek artık daha önemli. Herkesin bir işlevi var nasıl olsa. Kimlikli ya da kimliksiz, herkes bir rol geçirmiş üzerine oynuyor oyununu.
Birden ellerin yokluğu kalıyor avuçlarımda. Başucumda kitaplarım, yalnızlığımın kilitsiz kapısını aralıyor.
Bu yalnızlaştırılmışlığın buğusunu silmek için seninle Zihni T. Anadol’u konuşmak istedim.
“Truva Atında İlk Akşam”, “Kırmızı Gül ve Kasket”, “Can Pazarı Yolcuları”, “Aydınlığa Omuz Verenler”, “Ağlama Duvarı” kitaplarının yazarı, bir halk aşığı, sosyalizmin uzun soluklu yürüyüşçüsü... Umudunu yitirmemenin şiirini yazmak, mutluluğun resmini yapmaya benzetilebilir mi?
“Yolları bilmeyen, anakente ilk defa ayak basan toy görevliler arasında, girintili çıkıntılı, ünlü ünsüz alanları, alabildiğine uzanan, geniş ana caddeleri dolaştırıldık. Ulusal kahramanlarımızın heykellerinin önünden geçirildik. Sonra dar bir yola saparak ezici ağır bir yorgunlukla, derme çatma kurulmuş eğreti tornacı, eskici, tenekeci, tamirci ve hurdacı dükkanlarının önünden geçirilip, cezaevine getirildik.”
Truva Atında İlk Akşam, bu getirilişle başlıyor. Çukur bir hapishane avlusuna indirilip, kelepçeleri çözülen, tahta barakanın önünde, bileklerinin kurumuş çıplaklığında kan izlerini tatlı tatlı kaşıyarak, ürkek, meraklı bakışlarla nereye getirildiklerini anlamaya çalışan, aylar süren sorgulardan geçirilmiş, salıverilmeyi beklerken yeniden kelepçelenmenin hayal kırıklığını yaşamış, sonunda Truva Atını andıran tahta bir barakanın soğukluğuna bırakılmıştır bu insanlar. Yaşanmışlıkların en koyusu demlenmiş, hapislerde yatılmış, sürgünlerden, işkencelerden geçilmiş, eş dost, çoluk çocuk, kaygısız bir özgürlük hasretiyle gençlikler tüketilmiş, sızısız ahların yankılandığı bir Truva Atında dostluklar, sırdaşlıklar, yoldaşlıklarla zaman törpülenerek bir kavganın inanmışlığı içinde sevdalar tazecik tutulmuştur. Bu yaşanmışlıkların anılması, unutulmamasının belki de en kalıcı yolu olarak Zihni Anadol tarafından Truva Atının tanıklığında yaşanılanlar yazıya dökülmüştür.
Bir roman tadında bir şiir vuruculuğunda, tam bir toplumcu gelenekle bağırmayan, sorgulayan, anlamaya çalışan, şikayetçi olmak yerine çözüm arayan bir bilinçle, zamanın ihanetine gölge düşürmek adına içtenlikle kaleme almıştır yaşananları Zihni Anadol.
Bu bir anı kitabı değildir salt. Tarihî değeri; yaşananların dönemin tarihsel, iç ve dış siyasal olaylarla bağlantılı olarak aktarılması bakımından, edebî değeri; dildeki yalınlık ve yaşananların içselleştirilmesini sağlayan betimsel ve estetiksel yaklaşım, özünde insana ışık tutan kurgusal bütünlük ve olayların aktarılmasındaki çok açılı yorumlamalar bakımından, siyasî değeri; 1944 yılında TKY’ ye üye olmak, yönetimine katılmak savıyla tutuklanıp, yargılanan, aralarında Reşat Fuat Baraner, Fehmi Kurucu, Hikmet Elin, Sebati Selimoğlu, Nihat balyoz, Kirkor Sarafyan, Mustafa Birtem, Halil Irgat, Avni Güler, Zeki Baştımar, Ali Tokuç, Ziya Türe, Hasan İzzettin Dinamo, Suat Derviş gibi isimlerin olduğu toplam 65 kişinin birlikte yargılandığı, hüküm giydiği bir sürecin önemli bir tanığı tarafından aktarılması bakımından ele alınabilir.
1940’lı yılların dünya ve ülkemizde yaşanılan olaylarının bir yüzünün önemli bir kaydıdır bu anılar. İnanmışlığın saydamlığında tertemiz bir Türkçe ile kaleme alınmış, yaşanılan anların tanığı olan kişiler öylesine gerçekçi ayrıntılarla aktarılmıştır ki her biri bir roman kahramanının kalıcı çizgileriyle yeniden yaşam kazanmıştır. Şiirli bir acının tazecik kıldığı gündelik yaşamın yalın gerçekleriyle masallaşmış, vurgunlarla dolu birer öyküdür sanki yaşanılanlar.
Zihni Anadol bu yaşanmışlıkları aktarırken geri dönüşlerle besleyerek, gerekli gördüğü yerlerde ayrıntılarla açılımlar yaparak kendi yaşamında doğrudan ve bizlerin yaşamında dolaylı olarak iz bırakan bir çok isme yer vermiştir.
“Altı yüz erkek arasında bir tutuklu kadın:Yazar Suat Derviş Hanım”, solgunca yüzünden hayata dirençle baktığı, gelip, geçmiş üzücü olaylara saygılı o dik başını çevirirken Zihni Anadol Küllük Kahvesi’ne o dönemin yazarlarının sık sık gittiği yere götürür bizi.
“O zamanlar yeni edebiyat dergisini çıkarıyordu. Sağlık taşan güzel yüzünden çevresine inanılmayacak bol kahkahalar taşar, şen, şakrak sesiyle hayranlarını yanına toplar, bol şakalı nükteleri ortalıkta bir tokat gibi patlardı....Çok şık giyinirdi. Zarif kostümü, geniş kenarlı süslü Hasır şapkasıyla tüm gözleri hayranlıkla üstüne çekerdi. O zamanın sayılı yazarlarındandı. Gazete patronları onun fikirlerini, toplumcu olduğunu bile bilmelerine karşı romanlarını tefrika etmek ve röportajlarını yayınlamak için sıraya girerlerdi. Şimdi Ankara Soğukkuyu hapishanesinin küçücük işkence hücresinin yarı açık kapısından gülerek bana bakan arkadaşlarımızdan yazar Suat Derviş hanım işte buydu. Örgüsüne eğilmiş, başını kaçamak kaldırarak bana bakıyor: “Ne var, ne yok? Yeni bir şeyler var mı?” sorularını yöneltiyordu.”
Sabiha Sertel’le karşılaşmasını ise “Sabiha Sertel Hanımla Görüşmem” başlıklı bölümde şöyle aktarıyor:
“Bana liseye kadar kitaplar gönderen, fıkra yazarlığının yanında cep kitapları serisini de yürüten insanı görmek için Tan gazetesindeki yazıhanesine gittim. Kendimi tanıttım. Yumuşak, sevecen bir yüreklilikle beni kabul edip yer gösterdi. Gülerken iri gamzeler oluşan yuvarlak, tatlı bir yüzü, antik güzellik tanrıçalarının güzel başı, masmavi derin zeki gözlerinden,gerici faşist hasımlarına attığı okların fırladığını görür gibi oluyordum.”
“Nazım Hikmet’in Harp ve Sulh Çevirisi” başlıklı bölümde, aylardır okumaktan yoksun bırakılmış okuma sevdalısı bir insanın kitaplara olan özlemini aktarıyor Zihni Anadol. Balzac’ın Goriot Baba adlı kitabını Nahit Sırrı çevirisinden okuduktan sonra Zeki Baştımar’ın sorusuna Haydar Rıfat’ın çevirisinin çok daha güzel olduğunu söyleyerek yanıt verir. Zeki Baştımar’a Milli Eğitim Bakanlığına yaptığı çeviriler nedeniyle seçme eserler gelmektedir ve okuyarak zamanı hızlandırmaya çalışırlar. “Buna karşılık gene de içinde bitmez bir acı kavurup duruyordu.Yavrum nasıldı? Geçimleri iyi miydi? Duruşmalar nasıl geçecekti? Ceza verecekler miydi? Tekrar iş bulup çalışabilecek miydim?” gibi sorular yanıtsızdır. “Hele karım ve dizlerine yaslanmış yumuk elli yavrumun resimlerini duvarda gördükçe, hapislik iki oluyor, yüz oluyor, büyüdükçe büyüyordu.”
Reşat Fuat anılarda yer alan önemli isimlerdendir. Bir çok yerde anılır. Savunmasını şöyle anlatır Anadol:
“Reşat Fuat’ın savunması salonda yankılar yapıyor, mahkeme kurulunu, izleyicileri, görevlileri ve 65 arkadaşını bir büyü çemberine alıyordu. Bol bir er kaputu içinde çevresini ışığa boğan, dallı budaklı iri gövdesi bir çınar gibi görkemle yükseliyor, yurdumuzun tüm acı gerçeklerini, gelecek tehlikeleri, ne yapılması lazım geldiğini açıklıkla vurguluyordu. Önceleri ılımlı, kararlı, sonradan can alıcı noktaların altını başıyla çize çize kendisini izleyenlerin beynine, ruhuna , kalbine bir ok gibi giriyordu. Engin bilgisi, derin sosyo-ekonomik kültürü ile memleket sorunlarına vukufu, onun inkar edilemeyecek ilkelerini kendisini izleyenler kesin olarak onaylıyorlardı....O, kırk yedi sayfalık savunmasını mahkeme kuruluna okumuş, saygılı bakışlar arasında kendini izleyen eşi büyük yazar, ünlü gazeteci Suad Derviş Hanımın yanına oturmuştu.”
Fahri Erdinç, Zihni Anadol’un anılarına sarhoşken bir lokantaya girmek isteyip, alınmayınca içerdekilere hakaretten tutuklanarak katılır. Sanatla uğraşan bu iki insanın yaşamları böylece kesişir ve paylaşımları edebiyat ekseninde artar. Zihni Anadol bu paylaşımı şöyle aktarıyor:
“ Kendisi ufacık bir olaydan çok güzel hikayeler çıkarabilen, onu diliyle, konusuyla işleyip, edebi bir eser gibi sunmasını bilen bir yazardı. Başımdan geçen bir olayı anlatmıştım ona. Üşenmemiş hapishanenin o kasvetli, hüzünlü havasında olanca becerisini göstererek hapislik günlerini anlatan bir sanat eseri meydana getirmişti.”
Zihni Anadol, Truva Atından, havalandırmaya çıkarılan Hasan İzzettin Dinamo’yu izleyişini şöyle aktarıyor:
“Bedenini saran bol bir asker kaputunun içinde tombalacık güler yüzlü şair Dinamo’yu bizim tahta atın yanına doğru bıraktılar. Burası bahçenin içinde el kadarcık havuza benzer bir yerdi... Dinamo bize yaklaştıkça yuvarlacık tombul yüzündeki gözlerin çevreyi süzdüğü, ilk defa bir adamın, güneşe çıkarılmış bir adamın hayretle alanı, candarma kulelerini, kıyı bucakta dolaşan insanları, cılız gölgeli ağacı, hele hele meydanlarda dolaşan, herkesin sevgilisi, eğlencesi sarışın köpeğe sevgiyle, özlemle bakıp bakıp şair gözleriyle gülerek süzdüğü görülüyordu. Yanına kuyruğunu sallaya sallaya yaklaşan hayvanın belini okşadı, sonra gidip o cılız, önüne gelenin musallat olduğu, önüne seccadeler serilip kıble yapıldığı ağaca elini sürdü, dallarına başını kaldırdı, sonra gökyüzünün derin sonsuzluğunu ciğerlerine çekti.”
Hasan İzzettin Dinamo ise o günlerden yıllar sonra bu anıların oluşturduğu Zihni Anadol’un Truva Atında İlk Akşam kitabı için çok haklı bir yorum yaparak şöyle der:
“Arkadaşım Zihni T. Anadol, İkinci Dünya Savaşı’nın yitip gidecek olan bütün bu manzaralarını oturup yazmış. Ve böylece pek çok şey kurtarılmış oluyor. Bu kitap ayrıca attlı bir roman güzelliğinde okunabilir. Kendisini müşterek anılarımızı dile getirdiği için ayrıca kutlamak isterim.”
Zihni T. Anadol ayrıntılı gözlemlerle aktarmakla kalmıyor, yaşanılan duyguları son derece şiirsel bir duyarlılıkla ve olabildiğince gerçekçi betimlemelerle canlandırarak yaşatıyor. O günlere dönüp, bir tahta barakanın içinde o her biri ayrı özelliklere sahip, farklı yaşantılardan süzülüp, aynı sevdayı kuşanmış insanların, üşüdüğü, dertlerini soluduğu, zamanın yoğun damıtılmış akışını sabırla beklediği, sevdiklerinin hasretiyle volta attığı ya da güne yasak pencerelerde ışığa sokulduğu, azaltılmış yaşamlarına umutlarından vazgeçmeden devam etmeye çalıştığı, Truva Atı’na Anadol’un penceresinden yayılan ışıltılı bir sıcacık merhaba gibi sokuluveriyoruz.
Toplumcu gerçekçi bir aydın kimliğini doğru yorumlayabilmek adına birer belge kimliğinde olan bu anılar iyi ki yazılmıştır. Bir kavganın inanmışlığı içinde o yıllarda bu insanlara ödetilen bedellerin nedenlerine yönelik olarak bugün bile hâlâ zihinler puslu ve suskundur. Ödün vermeden yaşayıp, yazan, söyledikleri, yazdıkları ve yaşadıkları çelişmeyen bu insanlar zamanın soluk evreninde kendilerine özgü ışıltılarını saçmaya devam ederken, sonraki kuşaklar tarafından yeterince bilinmemeleri, anımsanmamaları ya da anımsatılmamaları ne kadar anlamlıdır.
Reşat Fuat Baraner, Hasan İzzettin Dinamo, Suat Derviş, Fahri Erdinç, Zihni Anadol ve gerekçeli hükümlerle yaşamlarını sürdüren aydınlar... Özgelikleriyle, bilgelikleriyle ölümlerinden sonra da insanın insanlık düşlerine ulaşmasına adadıkları ömürleriyle yol gösterici birer deniz feneri olmayı ödev bilenler...
Mart 2007-Eskişehir
Nilüfer ALTUNKAYA
(KAr' da yayınlandı)
17 Şubat 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder