Gerçek Bir Roman: Triumvira
Yorgun atların çektiği tramvaydan inip, ilk sokağa sapan, sokağın sessiz tenhalığında gıcırdayan kaloş kunduralarının sesiyle yürümesini sürdürerek, sokaktan geçen çift yaylı, çift atlı tam çarklı bir sırık arabanın sürücüsüyle göz göze gelen romanın baş kahramanı Cemal Hikmet’tir. Erkânı Harp Müşiri Sermet Raşit’ in konağına gitmeden önce, makas ve usturadan daha çok çenesi çalışan bir berberde, semt hamamında, fes kalıpçısında türlü hazırlıklar yapmıştır. 93 harbinde şehit düşen babasının kardeş çocuğu olan Müşir’i sebeb-i ziyareti kızına Fransızca dersi verecek olmasıdır.
Cemal Hikmet sokakla konak bahçesini birbirinden ayıran, sarmaşık sardırılmış yüksek ve sağlam duvar boyunca ilerleyerek büyük kapıya ulaştığında, okuyucu bir tarihsel kurgunun içinde etkileyici tasvirlerle görkemli yolculuğuna başlamıştır.
Titizlikle oluşturulmuş, mekan-zamanla uyumlu, dönemin yaşantısına çağıran bir dil ve ayrıntılı eşya tasvirleriyle konağın içindeki baş döndürücü bir zenginliğe Cemal Hikmet’ in gözlemleriyle tanık olursunuz. ‘Keşmir seccadelerdeki mor, yeşil üzüm salkımları, iki yüz, üç yüz yıl önce kim bilir hangi Hint ya da Türk hükümdarı için Lahor’ da yapılmış, Babür halıların iki renk iplikten bükülmüş çözgüleri’ gözünüzün önünde gibidir. ‘ Gümüş heykelciklerden, cilt cilt, boyuna ve kalınlığına göre tasnif edilmiş altın veraklı kitaplara’, ‘paşa dede resimlerine’ kadar, elverdiğince ayrıntılaştırılarak yerli yerine konulmuş eşyalar, tarihin sislerini dağıtarak çıktığımız bu yolculukta tanıklığımızı pekiştiren birer kılavuz işlevi görmektedir adeta. Cemal Hikmet ile Sermet Raşit’ in diyalogları başladığında konak sahibinin ve ziyaretçisinin kimlikleri de belirginleşmeye başlar. ‘Doğudan ve Batıdan dünyanın çeşitli ülkelerinin çeşitli şehirleri, gümüş ve altın, ipekli olmuş, buraya, bu konağa taşınmıştı.’ (S.10)
Sermet Raşit Bey, zenginliğinden taşan kibirli, sindirilmemiş bir görgüyle yazarın hissettirdiği ikiyüzlü kimliğine bulaşmış çıkarcılığıyla döneminin prototipi olarak seçilmiştir sanki. Mekteb-i Sultani’ye (Galatasaray Lisesi) Müslüman, Hıristiyan, Musevi’ lerin bir arada okuması nedeniyle karşı olan Erkânı Harp Müşiri Sermet Raşit ‘bir zamanlar Paris, Brüksel, Cenevre demeden Ahmet Rıza’ nın ardında eşitlik, kardeşlik, hürriyet çığlıkları atarken de, bunların tam tersini savunurken de sesine otoritesini eklemeyi’ başaranlardandır. Onun ağzından dönemin genel durumu:
‘ Ortalık karışık, gün geçtikçe de karışıklıklar artıyor.Herkes birbirini izliyor. Bunları benden duymuş olma, sana bir sır vereyim, durum, vaziyet hiç iyi değil.Selanik karışık...Grev, boykot, direniş...’ (S.14) şeklinde aktarılmaktadır.
‘Hesaplı ve ihtiyatlı olmak ve ayrıca çeneyi de tutmak lazım’ dır bu çalkantılı dönemde. ‘Konaktaki Şark’tan ve Garp’tan toplanmış asarıatika eşyaları gibi, kendisi de ne Doğulu ne Batılı olan Sermet Raşit’in konağından Cemal Hikmet, bu akrabanın kimliğinden belki de kimliksizliğinden duyduğu hoşnutsuzluğu içinde yenileyerek ayrılır. ‘Bu konakta ders verirse her gün yüzünün bir bölümünün eskiyeceğini’ düşünür.
Triumvira romanının yazarı Ahmet AZİZ, çalkantılı bir dönemin tarihsel akışını kurgularken, öylesine ince detaylarla, öylesine titizlikle çalışmıştır ki devrin tüm yaşantısını diliyle ışıltılı bir gerçeğe dönüştürmüştür. Cemal Hikmet bir roman kahramanı olmanın çok ötesinde bir gerçekliğe erişiyor, bizi yaşadığı çağa tanık olmamız için çağırıyor. Bu çağrıya uyarak devrin İstanbul sokaklarında havasını soluyarak, sesleri gerçekten duyup, geldiği yöne bakıp olan bitenlere tanık olarak gezinmeye başlayınca, ortalığın gerçekten karışık olduğunu duyumsuyoruz.
Mekanların, sokakların, binaların o dönemki isimleri ve bugünkü karşılığıyla verilmiş olması dikkat çekici bir ön hazırlık örneği.
Romanın bence lirik kahramanlarından biri olan Hamdi Şuayb’a da ilk bölümde rastlıyoruz. Nihayet Cemal Hikmet ‘Arnavut Kasım Bozacısını geçip, burnunun ucunda düşecekmiş gibi duran gözlüğüyle bir takım tozları terazide tartan eczacıdan Sirop Pertev ile İksir-i Süreyya alıp, çeşmelerden su taşıyan sakaların, evlerin alt katındaki bakkalların, şifalı otlar, elvan şekerler, iğne iplik satan aktarların arasından geçerek, güçlükle ayakta duran, kışın yağmuruna karına, yazın sıcağına dayanamayıp yılların bakımsızlığıyla direncini kaybedip kararmış ahşap evine’ varır. Eve annesinin telaşıyla birlikte girer. Annesinden Adnan Rüstem’in yakalandığını öğrenir. Roman ilk bölümünden sonuna kadar tadına varılması zor bir İstanbul yaşantısı sunmaktadır. Öyle ki bu İstanbul tarihin dokularına sızan su olmuştur. Ahşap evler, fesli adamlar, at arabaları, Hamdi Şuayb, Kurşuncu Kambur Taibe nine, Şukufe nine, Fıtnat kadın yitik birer yaşantıdan göz kırpar...
İkinci bölüm Fıtnat kadının ‘Hikmet kalk, kalk artık.Dün devrim olmuş kalk.’ Sözleriyle başlar. Kanuni Esasi yeniden uygulanacaktır. Büyük şenlikler ve top atışlarıyla İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Oysa Civelek Muhsin, Mumbacak Kazım, Yanbastı Hasan gibi bıçkın delikanlıların, atlı tramvaydaki yolcuların Kanuni Esasi’den haberi yok gibidir. Cemal Hikmet olan biteni kavrayabilmek adına Sabah ve İkdam gazetelerine gider, gazete yazarları, çalışanları ile olan biten hakkında görüş alış-verişinde bulunur. 23 temmuz 1908; sansür, baskı ve suskunluğa duyulan öfkenin, Meşrutiyetin ilanına duyulan heyecan, umut ve sevince dönüştüğü önemli bir takvim sayfası olarak yerini alır tarihin dokusunda.
Meşrutiyetin yayılan coşkusu, ‘ sokakların çehresine hakim olmuş,devri vesvesede birbirine garez, hain, düşman olanlar kucaklaşmış, bir gün önce “Padişahım çok yaşa!” diye bağıranlar, bugün “Yaşasın hürriyet!” feveranları ile oraya buraya, sorguya uğramadan, sualle karşılaşmadan koşuşmaya başlamıştı.’( S. 54)
Dönemin İstanbul’ u ve o devri yansıtan halktan kişiler ayrıntılı tasvirlerle zenginleştirilmiş, Fransız ihtilaline duyduğu özenti ile teorik bilgiden son derece yoksun olmasına karşın bir hevesli kişi olarak Şuayb Efendi ve üç bıçkın delikanlı ile Sıracüddün Efendinin ilişkisi gülümseten bir mizansenle sunulmuştur.
Cemal Hikmet’ in yaşamı annesinin ölümü, taziye amaçlı Sermet Raşit’in ziyaretinin ayrıntıları, kıyafeti, tavırları, komşular, gazetedeki durumu , kedisi cimcime, aşığı Ferhunde ile olan ilişkisi ekseninde akmaktadır.
Romanın ilerleyen bölümlerinde Meşrutiyet’ in getirdikleri ve getiremedikleri kişilerin yaşantılarına çarpıp, giden acı tatlı değişimlerle vurgulanır. ‘talihin tecellisi’ olan olaylardan biri de ittihatçılar tarafından tutuklanan Sermet Raşit Beyin Cemal Hikmet’ e bulunduğu koğuştan seslenişidir. ‘Eski azametinden hiçbir eser kalmamış, yüzü ölülerin balmumu rengine dönmüştür.’ Hamdi Şuayb Bey ise Meşrutiyetin İstanbul mesulü olmayı başarmış, ‘ idare şimdiden anarşi haline gelmiştir.’
Siyasi gelişmeler hızlanmış, söylemler birbiri ile değişerek güncel siyasetin bir parçası olmuşken, Cemal Hikmet’ in Ferhunde ile yaşadığı şehvet ve pür-ihtiras dolu anlar, arkadaşı Mustafa Necip’ in ziyareti ile kesintiye uğrar. Mustafa Necip annesinin ölümünden sonra iyice bakımsızlaştığını vurguladığı bahçede önemli olaylardan söz açar arkadaşına. Zaten roman boyunca bir çok olay, kişilerin diyaloglardaki yorumları ya da düşünceleriyle aktarılmaktadır.
Deutsche Bank ile Bağdat Demiryolu anlaşmaları, Konya- Bulgurlu hattının piyasaya çıkarılan tahvillerinin satışı, İmparatorluğun Almanya’ ya olan bağımlılığı, Terakki ve İttihat Cemiyetinin içte ve dıştaki olayları da iki arkadaşın yürürken yaptıkları konuşmalarla verilir.
Mustafa Necip ve Cemal Hikmet bir kahveye girerler, burada Hamdi Şuayb ve yandaşları olan üç bıçkın delikanlı ile aralarında garip bir kavga baş gösterir. Roman boyunca kişiler asla silinip kaybolmazlar. Bu üç bıçkın delikanlı da yaşamın onlara taşıdığı gel-gitlerden payını alarak, yeri geldikçe karşımıza çıkacaktır.
Atmaca Ferhat’ ın Cemal Hikmet tarafından öldürülüşü belki de kahvedeki kavga gibi garipsenebilecek ve yazarın atlamayı ve bir sohbet sırasında anımsatılması (Mardiros Efendinin devasa salonunda) dışında geri dönmemeyi seçtiği bir olaydır. Romana kattığı anlamı yorumlayamamakla birlikte cinayet işlemenin kolaylığı ve sonrasında suça yönelik kovuşturmanın yapılmayışı vurgulanmak istenmiş olabilir, kahramanımıza yakışmayan bu olayla.
Cemal Hikmet’ in çürüyüp yok olan bir şehirle kendi çürüyüşünü gördüğü rüyasından bir otel odasında uyanışı, Oskan Efendi ve Abud Efendi ile söyleşileri, onun ‘Şevketmeab efendimizin bendesi değil miyiz?’ sözlerine ‘Ben o efendinin bendesi değilim’ şeklinde yanıt verişi, lakırdının Cemal Hikmet’ in Avrupa yaşantısını anlatarak sürüşü, İttihat ve Terakki Cemiyetinin içindeki hesaplaşmalarla, cinayet emirleriyle süren bu muhabbetin 31 Mart ayaklanması ile bölünüşü derinlikli anlatımlarla aşamalandırılmıştır.
Cemal Hikmet’ in Nina’ ya olan aşkı, Posta Telgraf Telefon Nezaretlerini ziyaretinde başlar. Mardinos Efendi ile dönemin Ermeni yaşantısına, tehricin bunu yaşayan kişilerce somut etkilerine Nina ve ailesinin dramı aracılığıyla tanık olmamız açısından anlamlı bir aşk başlar.
Roman olayların iç içeliğiyle öylesine sımsıkı örülmüştür ki, tarihe bir çok açıdan bakabilme başarısını yakalamış, kişiler ve görüşler canlı birer kimlik kazanarak yorumlar yaparken tek yanlı bir savunu engellenmiştir böylece.
Yazar, 1908-1918 yılları arasındaki önemli siyasal gelişmelerin toplumsal yaşamdaki izlerini sürerken, İkinci Meşrutiyet, İttihat ve Terakkinin iktidarını ve iktidardayken yaptıkları ile söylenenlerde yaşanan çelişkileri, dönemin önemli isimlerinin, Cemal, Enver, Talat Paşaların tarihin akışına kattıklarıyla ve kişilikleriyle de keskinleşen siyasal çizgilerini kurgu içerisine başarıyla dağıtabilmiştir.
Romanın en önemli özelliklerinden biri de sözcüklerin tarihsel dönemin içeriğiyle örtüşecek şekilde seçilmiş olması ve günümüz Türkçesiyle şiirleştirilerek örülmüş olmasıdır. Anlaşılmazlığın tuzağına düşmemiş, aksine bir çok sözcük anlamı bilinmiyor olsa da hem bir divan şiiri, hem bir sanat müziği, hem de öz Türkçe bir deyiş dinler gibi ışıl ışıl bir anlamla cümlelerin estetiğinde anlaşılır kılınmıştır. Dil devriminin yanlış yorumlanması ve yapılandırılması sonucunda yüzyıllarca sürmüş geleneğinden koptuğumuz bu sözcükler dilin işlerliğine ustaca oturtulmuş, bir yazarın yapabileceği en önemli hizmetlerden birini başarıyla gerçekleştirmiştir Ahmet AZİZ böylece.
Yorumlayan, soran parantez açan, gönderme yaparken, baskıcı davranmayan, objektif bir tarih bilimcinin titizliğiyle büyüteç altına aldığı olay ve kişileri insancıl bir tutumla yaşatan yazarın bu yaklaşımı sayesinde, haksızlar ve haksızlıklar, güçlüler ve güçsüzler, yanlılar ve yansızlığıyla paraya hizmet edenler, yaşamda olduğu gibi değişebilmekte, insan kızmak yerine anlamaya çalışmayı seçmektedir.
Cemal Hikmet’ in ‘birbiri üstüne yatar gibi meyletmiş, gelip geçen her yılla biraz daha kararan, köhne, ahşap binalarla dolu, Merzan Yokuşundan önce sağdaki ilk sokağa, sonra soldakine sapıp, Dersaadet Telofon Anonim Şirket-i Osmaniyesinin heybetli binasını’ gezerken karşılaştığı ve aşık olduğu Nina hakkında, Ferhunde ile ilişkilerine ve onun sonraki yaşantısına ilişkin konularda, Mustafa Necip ve vurulması hakkında Oskan Efendiyle yaptığı konuşma dikkat çekici ayrıntıları vurgular. Sonraki satırlarda, Cemal Hikmet’in Mardiros Efendi, Oskan Efendi, Dikran Efendi, Bahaeddin Şakir , Senekerim Efendi ve Abdullah Cevdet gibi isimlerle Mardiros Efendinin devasa salonunda süren görüşmeleri yine konuşmalarda ve hal, davranış ve tasvirlerde verilen bir çok ipucuyla doludur.
Bu ve diğer bölümler çözümlemenin yoğunlaştığı sonuçların sıklaştığı bölümlerdir.
Cemal Hikmet’in Mardiros Efendinin evinde Erkânı Harp Müşiri Sermet Raşit’ in resmini görmesi yine kişilerin izini sürmemiz, kalabalık bir kurgunun bütünlüğünün sağlanması adına önemlidir.
Bu ziyaret Senekerim Efendinin anlamlı ve dönemin ekonomik ilişkilerine ayna tutacak olan sözleriyle sonlanır:
‘ Gemi almak için, bağışlar ve yardımlar dışında daha ziyade bir paraya ihtiyaç olduğu söylenmişti bize. Düşük faizli para isteği olduğu gibi…’
Cemal Hikmet’ in mualif tavrını onun sözleri ile belirginleştirebiliriz.
‘Enver paşa insanların zaaflarını okumasını da, okşamasını da çok iyi biliyor. Bu işin bir sürü esrarlı şartı var. Benim bir isteğim, bir beklentim olsa idi Meclis-i Mebusan’ â aza olurdum.’ ( S. 259)
‘Süikastların, sabotajların asayişi temin ile ne alakası var?’ ( S. 259)
‘Kainat da görecek ki Teşkilat-ı Mahsusayı devleti değil kendisini güçlendirsin diye kurmaya kalkışıyor. Cemiyetin istiklalini ele geçirmeye çalışıyor.Bizi neferiymiş, tebasıymış gibi görüyor.’ (S. 260)
Cemal Hikmet erdemli bir kişiliktir. Çıkarları uğruna ödün vermemiştir.Dönemin iktidarı içinde önemli bir yeri olmasına karşın, güç dengelerinin memleket aleyhinde gelişen ilişkilerine bulaşmamıştır.
Cemal Hikmet’in Mumbacak Kazım’ la karşılaşması dramatik bir sahnedir. ‘Koltuk değnekleriyle üstü başı murdar derecede kirli, perişan bir hayat-ı sefilane görüntüsüyle’ karşısında duran bu adam zamanını savurduklarının simgesi gibidir. Çanakkale’ de bacağını bırakmış, koltuk değneklerine bağımlı olmuştur. Arkadaşları Civelek Muhsin ve Yanbastı Hasan’ı ise ‘Enver sarıkamış’ta ölüme terk edip, kaçmıştır.’
‘O kabadayı insanlar silahlarına davranıp tek el bile ateş edemeden ölmüşlerdir.’
‘Şahıslarımızın bir önemi olamyabilir ama Enver bizi bir hayal için kamilen ölüme götürdü. Orada bir ordu mahvoldu.’(S. 304)
Cemal Hikmet hastalığı nedeniyle zor yürümektedir. Zaman herkes gibi ona da acımasız davranmıştır.
Ahmet Cemal Paşanın mektubu ve sonraları Talat beyin mektubu ile romanın akışı tamamlanırken, konağın işgalde Polis Müdürü Arnavut Tahsin tarafından iletilen boşaltılma emri yaşantısını, yoksulluğun, savaşın, kimsesizliğin rüzgarında savrulmuş, farklı dil ve dinleri olan bir çok insanla paylaşan Cemal Hikmet’ i intahara sürükleyen son darbe olmuştur.
Roman’ ın ilk sayfalarında ki Şukufe ninenin dediği gibi aslında o intihar edecek kadar güçsüz değildi.
Tarih roman için çok önemli bir alt yapıdır. Mekandır, şehirdir, sokaktır. Tarihsel dönem romanlarını kuru bilgiden ayıransa kişileştirme ve olay- mekan- zaman örgüsünün gücünde yatar. Gerçeği olduğu gibi aktarmak yetmez, yaşatmak, yorumlamak, dönüştürmek ve bugüne taşımak gerekir.
Ahmet AZİZ seçtiği kahramanları öylesine bilinçli bir süzgeçten geçirmiştir ki kalabalık kurgusuna karşın, kişiler kaybolmamış, yazarın anlatmak istediklerine yaşantıları ile doğrudan katkı sunarak, zengin bir dokuda kendi renklerince var olmayı başarmışlardır.
Kurtuluş savaşı öncesini bilmeden, kurtuluş savaşı mücadelesini anlamanın olası olmadığını, tarihin gerçekten de yinelemelerle dolu olduğunu, vatanseverlerle vatanını kendi kişisel çıkarları uğruna kolayca satanların her dönemde varlığını sürdürdüğünü ve günümüzde yaşananların köklerini geçmişin saçaklanmış olaylarında aramanın gerekliliğini yeniden kavrıyoruz, bu romanla.
Triumvira; romanın, dolayısıyla edebiyatın bütün çabalara karşılık, metalaştırılmadığının simgesidir. Gerçek roman okumaya acıkmış okuyucular tarafından sahiplenilmiş olması bilinçli okuyucudan umudumuzu kesmememiz gerektiğini göstermiştir. Reklamsız, sessizce açan bir çiçek gibi abartısız, kendi yolunda kararlılıkla ilerlemesi yönünden de emeğin haklılığını kanıtlamıştır.
Kasım 2006 Eskişehir
Nilüfer ALTUNKAYA
(Berfin Bahar'da yayınlandı.)
17 Şubat 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder