17 Şubat 2009 Salı

öylesine bir yazı

KADINLAR DA ALDATIR

Annem dinle ilgili kuşku içeren her türlü sorunun insanı dinden çıkartarak, günahkâr yapacağını söylerdi. Ama ne kadar korksam da geçiştiremezdim sorularımı. Neden hiç kadın peygamber yok? Kutsal Bakire Meryem Ana, bir peygamber annesi olduğu için mi kutsal? Allah (Baba ) da erkek mi ? O zaman niye ana değil ? Bu sorular tövbelerle savuşturulurdu.
Din derslerimizde ise dinimizin kadını alçaltmadığını, aksine yücelterek değerli olduğu için korunmak istendiğini anlatırdı hocalarımız. Buna en çok da kızlar inanırdı, bu yüzden (erkeklerin kötü bakışlarından korunmak için) kapanmaları gerekirdi. Neyse ki bu yazının amacı inançların uygulanma biçimlerini sorgulamak değil...

Ortalama yaşam koşullarına sahip bir ailede, bir kız kardeş varsa erkek kardeşinin veya ağabeyinin hizmetini yapmalı, sofrasını kurmalı, bulaşığını yıkamalıdır. İşi bitince de ya ders başına ya da televizyon. Erkek kardeş özgürdür. Canı isteyince dışarı çıkar, isterse sevgilisiyle buluşur. Annesi onun her dediğinin olması için ömrünü adamıştır. (Freud’ a kulak vermeli miyiz?) Peki sonra ne olur?

Sonra acıklı bir duruma dönüşür, delikanlımızın hali. Şaşkındır. Toplumsal yaşamın ona yüklediği sorumluluklara hazır değildir. Zaten haklarının kavgasını da vermemiş olduğundan nasıl kullanacağını bilemez. Yani kişiliği gelişmemiş, sıkışınca kaçan, kültürel evrimleşmeden bi’haber, aşk vurgunu yiyerek oraya buraya savrulup durur. (Bu çaresizce yapılmış bir genellemedir. Yarası olanlar gocunsun lütfen!) Kızlar için statü belirleme kavgası olan ilişkilerde sevgilisinin yaşı (marifet kendinden büyüklerle çıkmaktır), arabası, ekonomik durumu gibi etiketler önem kazanırken, delikanlıların hakkını yemeyelim ki onlar yüreklerini kaptırıverirler gerçekten.
Ergenlik bir savaştır, bir isyandır, kendini kanıtlama yarışıdır ve çok zor bir süreçtir. Bizim gençlik dönemimizde de orta halli yaşamlarından sıkıldığı anne babalarını bir kenara itip, arkadaşlarıyla yaşamını yönlendiren, soruları hep geçiştirilmiş aile kararlarında ona danışılmamış, cinselliği utana gizlene keşfetmeye çalışan gençler, kendine kırgın bir halde yaşardı gençliklerini. O zamanlarda bile anladığım bir acıklı durum da bu gençlik ilişkilerinde hep kafası fazla çalışmayan, pek fazla düşünmeyen, beklentileri maddi olan, daha önce söylediğimiz gibi para ve statü peşinde koşan kızlar erkeklerin gözdesi olurdu. Onlarla gezilip tozulur, sessiz, el değmemiş, hanım hanımcık kızlara ise aşık olunurdu. Hani şu eğlenilecek kız, evlenilecek kız hikayesi... Beni ise sık sık çok okuduğum için ürkütücü bulduklarını söyleyenler olmuştur. Okumak yabanı, yazık edilmiş erkeklerce.

Oysa okuduğum için anlıyordum ki erkeklerin hizmetine kurulmuş bu düzen, kadını sömürmenin en güzel yolunu bulmuştu. Analık kutsaldır, otur evinde çocuğuna bak. Evinin kadını olmazsan seni berbat bir yaşam bekliyordur. Erkeklerden korunmak için evlenip, yine bir erkeğin kanatları altına alınmalısın, namusun baba (ana?) ocağından, koca ocağına taşınarak korunmalı. Onu hep erkekler lekeler ve korumak da onlara düşer. Sen de kimsin ki kendi namusunu koruyasın... Her genç kızın rüyasıydı ne de olsa telli duvaklı evlenmek.
Gümüş bir tepside sunmalıydılar bakireliklerini kocası olacak kişiye. Beline el değmemişliğini simgeleyen bir kırmızı kuşakla beklemeliydi el sürülmeyi.

Ve işte yine sorular...Kendini ezdirmemenin kavgasını veren kadınlar, neden hep sömürenler yerine yargılanır. Onları kendi varlıklarını sürdürmek için gerekli bir yardımcı gibi değil de insan olarak algılayıp, ortak bir yaşam sürmek adına tüm haklarıyla kabullenen erkeklerin sayısı hiç çoğalmayacak mı bu toplumda ? İşin garibi genelde kadınların da bu kuralları erkeklerce konulmuş sosyal yaşamın, kendi aleyhlerine olan tüm saçmalıklarını kabullenmiş olmaları değil midir?


İşte bir akşam haberlerde bir grup öğrenci izinsiz gösteri nedeniyle polis tarafından tartaklanıyor. Bir kızcağızın güzelim saçları polisin biri tarafından kavranmış, yerlerde sürükleniyor. Ve bu sahneyi izleyen kadınların tek tepkisi “kız senin ne işin var gösterilerde? böyle dayak yersin işte!” şeklinde oluyor.

Çevremde bir çok kadın toplumsal koşullar nedeniyle ( malum dul kalmak hoş değildir) kocalarına katlanmayı seçiyor. (Belki de kızmamak gerek .) Bir çoğu zaten yaşadığı koşulları aşabilme, kendi yaşamına sahip çıkabilme duyarlılığından yoksun. Özellikle öğretmen çevremi şöyle bir incelediğimde, (yine acınası bir genelleme yaparak söylüyorum ki) işi gücü günden güne koşuşturup, pasta börekleri yedikçe şişmanlayan sonra da aldığı kiloları verme telaşıyla birbirlerine diyetler salık veren, televizyonda gelin kaynana kavgalarını izleyip, bundan başka konuşacak bir şeyi olmayan, bir de mutfak becerilerini arttırmak için tarifler alıp- veren, bir de en mükemmel çocuğa sahip olduğunu sanan kadınlarla dolu. Ve bunlar bu topluma insan yetiştirmek görevini üstlenmiş durumdalar.

İşte ben artık erkekleri anladığımı sandığım bir noktaya, kadınları inceledikçe geldim, diyebilirim. O delikanlılar karşıma iş güç sahibi koca adamlar olarak çıktıkça onların da yaşamının zor olduğunu görmeye başladım. Zor ki ne zor... Hem çalış didin, hem de ha bire senden isteklerde bulunan, gittikçe dokunmanın zevk vermediği bir kadına katlan! Üstelik konuşmak bile bir lüks olmuştur, sadece ortak bir çıkar ilişkisine dönüşmüştür evlilik. Ne yapsın o da çareyi kendini dışarılara atmakta bulur. Karısını dinleyen, değer veren bir erkek kılıbık olarak anılır ama aldatan çok cesurdur, hayranlık uyandırır ne de olsa.

Şimdi bakıyorum da gençlik değişti.( Yaşlanmak bu kadar kolay mı? Yok canım, daha var.) Artık bizim gençliğimizdeki gibi mahallenin kadınları ya da akrabaları birbirlerinin kızlarını takip etmiyorlar, sevgilisi var mı yok mu, diye. Varsa hemen başkalarına yetiştirip, bak şunun kızı ne haltlar karıştırıyor diye dedikodu kazanını kaynatmaya başlamıyorlar. Zaten herkes kendi derdinde, ilişkiler pek köklü değil artık. Kızlar oldukça rahat,öyle elini kolunu sallaya sallaya gezip tozuyor sevgilileriyle. Kimseye de hesap vermiyorlar. Boşanmak belki daha kolay. Kendi var oluşunun farkında olan kadınlar artıyor belki. Belki evlilik kurumunu zedelemeden, bir saygı sevgi çerçevesinde birlikteliğe dönüştürenler de var, az da olsa...

Yine de mutlu kadın çok az. Özgür kadın çok az. Düşünen, okuyan, sorgulayan, karar veren, sanatla uğraşan, yaratan kadın çok az... Bu yüzden bunları başaranlar çok değerli. Yaşamak hakkı erkeklere verilmiş, bu dünya sizin denilmiş. Peki erkeklerin elinde dünya ne hale gelmiş durumda bir bakar mısınız? Savaşlar, kıyımlar, açlık ve paranın iktidarı!

Reklamcılık sektörünün bu erkek zihniyetine nasıl da çanak tuttuğunu eklemek gerekir. İçerdiği mesajlar nedeniyle seyrederken ( yani ara sıra rastlantıyla denk geldiğimde) tüylerim diken diken oluyor bu reklâmlardaki mesajlara. Kadın hep mutfakta, temizlikle başı dertte, çocuk bakmakla mükellef, bir de nasıl yetişecekse! erkeğine güzel, alımlı görünmek için kendine bakmak zorunda. Neyse ki, mutfakta, banyoda, kıllarını alırken, yemek yaparken, çocuklarla uğraşırken yardımına yetişecek bir çok ürün var! Bütün sorunları nasıl da çözüverir! Yaşamı nasıl da yoluna koyuverir!

Ya o listeleri alt üst eden şarkılar! Hep aşka muhtaç kadınlar, giden erkeğin arkasından çaresizce ağlayıp duran ya da aşkı bir gecelik yaşayıp, değersizleştiren ilişkilerde vurdum duymaz bir hafifmeşrepliğe övgü ile dolu sözler. ( Eller havaya! ) Yaşamın her alanında, tarih kadar eski bir konu olan, kadın cinselliğinin metalaştırılması konusuna da hiç girmeyelim, bu yazıda.


Oysa günümüzün (çağımızın) tüm alınıp satılabilen değerleriyle, modernleştirdiği kadın, ne de çok uzaktır kendine. Ne kadar allanıp pullansa da gizleyemediği bir ifade edilmemişlikle sınırlanmıştır dünyası. Erkek onun ruhunun gizemlerini çözüp, ona yüreğinin tutkularını, aşkı ve huzuru taşıyacağına üzerine çıkıp, ezmek, egemenliği altında boğmak , kendi yaşamının kölesi durumuna getirmekten kaçınmamaktadır. Varlığını kendisine bağımlı hale getirmekten, kadın ve çocuğun otoritesi olmaktan, gerektiğinde haddini bildirmek! adına kadınına ve çocuğuna şiddet uygulamaktan çekinmemektedir.

İşte böyle birbiri içinde yitip giden yaşamlara dönüşmüş, ekonomik çarkların ve hep yanlış yöne dönen bir saat gibi insanın zararına işleyen bir kapitalist sürecin, kirlenmiş değerlerle dolu köşelerinde, yarınlarının güzel olacağı düşünü bile unutmaya yüz tutmuş yaşamcıklarla dolu çevremiz. En çağdaş geçineninden en aydın kılıklıya kadar, erkeklerimizin hemen hemen hepsinde var olan bir feodalite ile karışmış, bu kadını ikinci plana atma, eve kapatıp, sosyal yaşamdan koparma savaşımı.

Şimdi biraz daha soğumuş bir yürekle dillendirmem gerekirse, kadın-erkek ilişkilerindeki dengeyi kurabilme çabasını, kadının erkeği yenme savaşı olarak değil, el ele birlikte, kafaca, bedence ve yürekçe özgürleşerek yürüyebilme savaşı olarak her alanda kullanılan, sömürülen “insan” için vermek gerekli, diye düşünüyorum.

Sokakta, çarşıda, kalabalıklarda, yağmurda, çamurda, büyük şehirlerin kargaşasında, küçük yerlerin bol meraklı gözlerle fazlaca iç içe geçmiş yaşantılarında, uykuda, uyanışta, evlenirken, boşanırken, tanışma heyecanında, kavuşma çabasında, aşkta ve terk edişte... Beyler lütfen şöylece bir bakın çevrenizdeki kadınlara. Bir düşünün onların yerine. Bir anlayın dertlerini. Bir soruverin hatırlarını, beklentilerini, düşlerini... Ve unutmayın kadınlar da aldatır. Hem de bunu gözünüzün içine baka baka öyle beceriklice yaparlar ki ruhunuz duymaz. Ten değildir aldatan, yürektir çünkü...

Ömür bu gelir geçer... Yoğun trafikten korka korka, el ele tutuşarak, birbirlerine dolanıp sonuna yaklaştıkları yaşamdan memnun, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yaşlı bir çiftten daha güzel ne olabilir ki?

Öneriler:
Okuyunuz :
Gustav Hans Graber- Kadın Psikolojisi /Cem Yayınevi

İzleyiniz :
Mustafa Hakkında Her Şey –Yöneten: Çağan Irmak


Nilüfer ALTUNKAYA
Temmuz 2005 - Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder