20 Şubat 2009 Cuma

24 Kasım Hakkında

Öğretmenler Gününü Kutlarken

Bu öğretmenler gününü kutlarken öğretmenlerimizi nasıl anımsayacağız?
Okullarda eğitim-öğretim sisteminin kemikleşmiş sorunlarıyla savaşırken yaşadıkları güçlüklerle mi?
Öğrenci, veli, okul idarecileri, milli eğitim müdürlükleri ve diğer meslektaşlarıyla yaşadıkları empati yoksunluğuyla dolu iletişimsel sorunlarıyla mı?
Özlük haklarının kısıtlılığıyla mı?
Çağın gerisinde kalmış (bırakılmış) eylemsiz koca bir gövdeyi taşır gibi üstlendiği eğitmek- öğretmek ödevinde ne kadar başarılı olabildiğiyle mi?
Kasıtlı davranış değişikliği tanımından, özgür öğrenme ortamlarının oluşturulmasına geçişte üstlendiği sorumluluğun ne kadar bilincinde olduğundan söz ederek mi?
Mustafa Kemal’in baş öğretmenliğinden bugünlere uzanan ulusal eğitim kurumlarımızın (hangi) amaçlarının, (ne kadar, nasıl) gerçekleştirilmesinde, eseri olan yeni nesle yaptığı katkılarla mı?
Öğretmenlerimizin elini öperken duyduğumuz ürpertili heyecanı eskilerde unutup, tüketmenin kolaycılığıyla, metalaştırılmış değerlerle, dürüstlüğü azımsayan boş laflarla onları kendi sorunlarıyla baş başa bırakarak mı anacağız yine yoksa, geçim sıkıntılarından, maaşlarının azlığından söz edip, uçucu medya haberleriyle ah,vah edip, aynı döngüde yoksulluğu acizlik kılığına sokarak, öğretmenleri yalnızca paraya muhtaç-mış gibi göstererek mi?

Mustafa Kemal’in umudunu bağladığı gençliğimizi, yani tüm geleceğimizi emanet ettiğimiz öğretmenler, toplumsal yaşamdan okula, birbiri içinde soluk alan çevresel olaylardan, sınıfa akan, gündelik, çağcıl belki de bir çoğu çağ dışı sorunlarla kuşatılmıştır.
Öğrencilerin etkinleştirilerek, bilgiye ulaşmasında birer yol gösterici olmaları gereken bilişim çağının eğitim-öğretim sürecinde öğretmenlerimiz, hâlâ kara tahta, tebeşir, masa, sıra araç gereçleriyle kalabalık sınıflarda, öğrenme çabasını çoktan umutsuzluğa bırakmış öğrenci topluluklarına “sus, dur” demekten öteye geçemediği 40 dakikaya kelepçelidir.
Artık tinsel tadını, vicdanî sorumluluğunu bir kenarda tutmak durumundadır, öğretme ediminin. Maneviyat, komik bir ayrıntı gibi sırıtmaktadır, günümüz eğitim-öğretim yaşantısında. Testlerle, özel derslerle okul ve dershane sıralarında yarış atı gibi koşturulan çocuklarımız, çocukluğunu, gençliğini doyasıya yaşayamaz olmuş, sınavlarla belirlenecek olan geleceğinin ağır yükü altında bunalımlarla örselenmiştir. Işıl ışıl gözlerini dünyaya, doğaya, bilime, umuda değil, soru şıklarına çevirmek zorunda bırakılmış, yüreği şimdiden gelecek adına endişeli, aklı oldukça karışık olarak yaşamın eşiğinde bekletilmiştir.

Karatahtanın önünde, akıp giden gençliklerine katkıda bulunma çabasıyla didinen öğretmenlerine karşı takındıkları umarsız tutum ya da sevgilerinin yerine çıkar çatışmasına dönüşmüş not kaygıları için onları suçlayamayız.

Onlara kızamayız. Magazin programlarıyla, feodal düzenin töreleriyle beslenmiş dizilerle, içi boşaltılarak sunulan şiddet haberleriyle, bireyselliği özendiren, kadını mutfağa, erkeği hizmet beklemeye yönlendiren reklâmlarla bombardıman edilen tazecik beyinleri, doğru kanallarla sunulacak gerçek bilgiye susamaktadır. Teorik bilgilerin uygulanabilir verilere dönüştürülemediği, ezberciliğin öğrenmekle bir tutulduğu, başarının yalnızca notla değerlendirildiği, sayısal derslerdeki verimin zekânın bir ölçütü sayılıp, yeteneğe bağlı derslerin gereksiz görüldüğü, okumanın, yazmanın, kendi dilinin, tarihinin, yaşadığı coğrafyanın kısır döngüler içinde zorlamalarla öğretilmeye çalışıldığı yıllar süren bir eğitim öğretim sürecinden geçmektedir gençlerimiz. Bu sürecin sonunda genel çoğunluk, cümle kurmakta, kendini ifade etmekte, yaşadığı toplumu anlamakta, sonuç çıkarmakta, bilimsel yaklaşımlar üretmekte, birey olmakta zorluk çeken, değiştirip, dönüştüremeyen, katılmayı başaramayan, iletişim kurallarını uygulayamayan, saygı duymayı, demokratik davranışları, sevmeyi benimseyemeyen birer diplomalı olarak kalmaktadır.
Onlara kızamayız.
Sınıflandırılmış bir eşitlikçi sistemin kurbanıdır her biri. Azınlığın ‘iyi’ eğitim veren kurumlarda, ‘iyi’ sınıflarda, çoğunluğun ‘kötü’, ‘başarısız’ öğrenci damgalarıyla farklı okul ve sınıflarda toplandığı, parası olanın olanaklarına yetişmek adına yoksul olanın durmaksızın boğuştuğu bir ‘fırsat eşitliği’ sonrasında aynı sınavlara sokulurlar. Kimisi inatçıdır, uzun emekler sonucunda başarır. Çoğu kazanmanın belki de bir düş olduğu bilir. Bazı ‘iyi’ eğitilmişlerinde ise bu durum, kazansa da iş bulmanın zorluğu noktasında odaklanır.



Bu sıralarda çocukluklarını, gençliklerini tüketip, yılarca Türkçe dersi görüp, Türkçe’nin yazım kurallarını bile kavrayamayan, yılarca Yabancı Dil dersi görüp, bu dilde iki çift kelime konuşup, konuşulanı anlayamayan, yıllarca en önemli ders kimliğiyle Matematik dersi görüp, hatasız çarpma bölme yapamayan, Fen derslerinin doğayı anlamanın bir yolu olarak değil, soyut kavramlar yığını olarak görüp, bir türlü çözümleyemeyen bu gençleri biz yetiştiriyoruz. Üstelik yaşamlarının en güzel yıllarını bir çırpıda çalarak!

Böylesine güzel bir gençlikten şiddet dolu, öfke dolu, yoksulluğu, ezikliği bir yazgı gibi giyinmiş, kendisine, ülkesine, kimliğine yabancılaştırılmış, çevresini tanımadan erk ilişkilerinin kölesi olmuş, doğuda ve batıda bambaşka süregelen yasaklarla kuşatılmış bir toplum oluşturulmaktadır.

Öyleyse kabul etsek de etmesek de, iyimser ya da kötümser olsak da korkunç bir yol ayrımına doğru sürüklenmekteyiz.
Ya, böyle gelmiş, böyle giderse kötüye gider ama n’apalım, diyerek, kendimizi kandıracağız ya da bir ucundan tutup, su taşıyacağız bu yangına damla da olsa...

Evet bu öğretmenler gününde öğretmenlerin bu ve benzeri gerçekleri yüreklice itiraf etmeye güçleri yeter mi?
Örgütlenmek şöyle dursun, her türlü başarısızlığın birincil sorumlusu olarak yakalanmaktan korktuğu bir saklambaçta, ‘başarıyı’ sözde artırmanın yolunu öğretimin seviyesini düşürmekte bulduğunu söylemeye cesaret edebilir mi?
Bir idarecinin uyguladığı demokratik (çoğulcu) olmayan yaptırımlara hayır derse, karşılaşacağı olumsuzluklardan etkilenmeyecek bir özgüvene sahip midir? İdarecilerin kimliğine, siyasal görüşlerine göre kılık değiştirmek, günün geleneğine uymak adına daha mı kolaydır?

Ne yazık ki, öğrenciyi etkinleştirelim derken, öğretmeni çaresizleştiren kuralsızlıklarla, ön süreçler yaşanmadan tepeden inme uygulamalarla eğitimde çığır açtık sananların siyasal söylemleriyle, kurumsal yanlışların, kemikleşmiş sorunların çözümünü öğretmenden bekleyen, bana neci yaklaşımlarla çürütülmüştür, Mustafa Kemal’in devrimci eğitim anlayışı.
Artık komik zamlara neredeyse sevinen, bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışıyla iktidarların memurluğunu yapan, okumayan, sorgulamayan, geçici çözümlerle avunan bir öğretmen olmak, öğretmek güdüsünün etik doyumunu parayla ölçmek, ulusuna iyi vatandaşlar yetiştirmenin önlenemez sevincini azımsamak genel bir eğilim olmuştur.


Artık ne bir mumdur öğretmen aydınlatırken eriyen, ne de korkuyla karışık bir saygıyla önünde eğilinen biridir. Geçmişte öğretmene karşı duyulan bu korkunun elbette savunulacak bir yanı yoktur. Ama yeri gelmişken genelleştirilebilecek şu soru sorulmalıdır: Korkunun yerini sevgi alabilmiş midir?

Cumhuriyetçi, devrimci inançlarla kurulan ulusal eğitim savaşımının her aşaması çok iyi incelenmeli, irdelenmeli, köy enstitülerinin kapatılmasından günümüze uzanan tarihsel akıntıda eğitimin hangi siyasal amaçlarla, hangi politika ve politikacıların güdümüne sokularak, gençliğimiz üzerinde nasıl oyunlar oynandığı nedenleriyle, sonuçlarıyla aydınlığa kavuşturulmalıdır.

Bu öğretmenler gününde öğretmenleri bir etiket günde, şiirle, şarkıyla anmayı bir kenara bırakalım.
Bu çürümeyi engellemek adına ne yapacağız? diye soralım.
Öğretmen adaylarının yetiştirilmesinde yaşanan aksaklıkları konuşalım.
Mustafa Kemal’in ışığına sığınarak, cumhuriyetçilik, devrimcilik, ulusalcılık, halkçılık, devletçilik, laiklik ilkeleriyle gerçekten bezenmiş eğitim yuvaları kurmanın yollarını araştıralım.
Vatanını, ülkesini yürekten seven, halkının çıkarlarını, kendi çıkarlarının üzerinde görmeyi yaşam biçimi olarak seçen yurttaşlar yetiştirmenin önemini, ödediğimiz bedelleri anımsayarak vurgulayalım.
Beyin göçünü, nedenlerini dile getirip, azaltmanın yollarını araştıralım.
Kılı kırk yararak öğretilmeye çalışılan sosyal değerleri bir çırpıda yıkmayı, izlenme rekorları adına hiçe sayan TV yayınlarını belirleyerek, eleştirelim.
Bilim çağının gerektirdiği yeni uygulamaların, dersliklerde kullanılmasına yönelik yapılması gerekenleri somutlaştıralım.

Uzattıkları ellerini tutup, hiç değilse bir gün öğretmenlerimizi yargılamadan, acır gibi görünmeden, gerçekçi bir tutumla anlamaya çalışalım.

Okullarımız fiziksel ve sözsel şiddetten arındırılsın.
Umutsuzluğa itilen, işsizliğe salınan, gelecek kaygısıyla dolu gençlerimiz ‘başkalarınca’ sahiplenilmesin.
Sınıflar gerçek birer öğrenme ortamına dönüştürülsün.
Edinilmiş çaresizlikleri, öğrenilmiş çabalarla değiştirelim.
Öğretmenlerimiz yeni bilişsel yöntemlere, bilgiyle, eğitime duyduğu inançla, yaptığı işin onuruyla taçlandırılsın.

Bu 24 Kasım’ da seslice soralım:
Kaybedilecek zamanımız kaldı mı?

Nobel Ödüllü Yazarımız

Nobel Ödülü ile İlgili Önemsiz Birkaç Soru

Orhan PAMUK uzun süreli uğraşlarla, kasıtlı yatırımlarla almayı düşlediği ödülü sonunda aldı. Kendisiyle gurur duyanların yanı sıra ödülün veriliş serüveninin ve yazarımızın kimliğinin gölgelediği bir buruk sevinçle vicdanı sızlayanlar da çoğunluktadır.
Bu yazıda yazarın yapıtları, romanlarının özgünlüğü veya özgün olmayışı, estetik değeri vs. hakkında yorum yapılmayacak yalnızca yazarımızın dünyanın en önemli edebiyat ödülü sayılabilecek Nobel ödülünü alışının getirdiği kafa karışıklığından doğan birkaç soru sorulacaktır.

Tüm yazarlığı ve sanatçı kimliğinin apolitik bir felsefeye oturtmuş, kulesine çekilip, anlaşılmazlığın labirentlerinde dolaşarak bir çok roman kaleme almış, çok okunmadan çok satan bir ilk yazar kimliği kazanıp şöhret basamaklarını hızla tırmanıp, yurt dışında da okunanlar arasına adını yazdırabilmiş bu değerli yazarımıza verilen ödül neden böylesi buruk karşılanmış, sokaktaki insanı neden sevindirememiştir?

Tarihin dönemeçlerinde halkımız daha önce de bir çok sancılı dönemden geçmiştir. Bağımsızlığını, yaşadığı toprakların ona aitliğini korumak adına bu halk kendisine karşı oynanan oyunları bir çok kez, çok acı kayıplar vererek geri püskürtmeyi başarabilmiştir. Yaşadığımız şu günlerde de coğrafyamız, Hıristiyan aleminin dayattığı tek yanlılıkla, bilinçli karalamalarla, hor görüyle dolu yaptırımlarının bir trajediye dönüştüğü dış politikalara sahne olmaktadır. Bu politikalar, uzun yıllara dayanan çıkar çatışmalarının birer ürünü olarak, Batı dünyasının çıkarlarını gözeten, topraklarımızda olan bitenlere yönelik tarihsel yanılgılarla dolu, halkımızın yaralarına basarak ilerlememizi isteyen, akıl ve bilim dışı isteklerle, dayatmalarla doludur. Açıkça yürütülen bir karalama kampanyasıyla kendi tarihimizi lobilerin kaprisli ve art niyetli isteklerine göre yargılamamız istenmektedir.

Öyleyse düne kadar bir çift kayda değer siyasal söz söylememiş, politik duruşu olmayan yazarımıza, malum lafları neden şimdi söylediği sorulmalıdır, öncelikle.
Sanılandan çok daha öngörülü halkımız, kendi aleyhine alınan bu ödülü neden içine sindirememiş, sahiplenememiş, aksine bunu batının yeni bir tokadı olarak algılamıştır, acaba?

Kendi ülkesinde kitapları bir çok baskılar yapan Orhan PAMUK Türkçe’nin yazarı değildir. Yaşadığı toprakların yazarı değildir. Resmi ideolojinin aksini söylenip, savunma cesaretini taşıyan bir aydın hiç değildir.

Halkının kalbini inciterek almayı başardığı bu ödül verilirken yapılan açıklamaya göre koca koca romanları dururken anı kitabındaki melankolik şehir anlatılarına paha biçilmiş, bu da yazarlık serüveninin ödülü verenlerce de yeteri kadar anlaşılıp doğru yorumlanamadığını göstermiştir.
Öyleyse sorulacak bir diğer soru da şudur: Değerli yazarımız bu ödül uğruna nelerden ödün vermiştir?

Ucuz bir reklâm markasına dönüştürülerek Türkçe’ye değil, Türk halkına değil sadece Batı dünyasının siyasal yaklaşımlarına çanak tutarak söylemler geliştiren bir isme verilmiş olan bu ödül neden ünlü yazar, aydınlarımızca bu kadar alkışlanmış, alınış serüveninin üstü örtülerek, sonuca bakalım, şeklinde yorumlanmıştır? Neden şimdi bu kimi aydınlarımız tarafından tarihimizi bize dayatılanlara göre yorumlamak bir demokratlık olarak algılanmaktadır? Kendi tarihi kadar dünya uluslarının tarihini de objektif olarak değerlendirmek bir aydının, yazarın, tarih bilimcinin ilk insanlık görevlerinden biri değil midir? Bize soykırım gibi ağır bir yakıştırmayı haksızca layık görenler neden dönüp de kendi geçmişlerini hiç sorgulamazlar? Batının akılcı yaklaşımı neden kendi çıkar ilişkilerine göre rüzgâr almaktadır? Önümüze ısıtılıp ısıtılıp getirilen, iç meseleler, azınlık hakları, ulusal bağımsızlığımızı zedeleyebilecek oldu bittiler, özgürlük, demokrasi gibi saf kavramlara dayandırılırken, kültürel aydınlanmaların beşiği olmuş bir ülkede, bir düşüncenin aksini savunmanın suç olacağına yönelik yasalar çıkartmak, nasıl bir demokrasi anlayışıyla bağdaşabilir?

Aydınlarımız, yazarlarımız bu halka kendilerini çok iyi bildikleri doğruları söylemek zorundadır. Aksi durumda halkımıza karşı oynanan oyunların, bu büyük yalanın bir parçası olmak, yıllar sonra adınızın yanında bir kara lekenin belirginleşmesine neden olacaktır.

Neyse ki sayıları gittikçe azalsa da hâlâ kendi çıkarlarını halkının, vatanın çıkarları üzerinde görmeyen aydınlarımız, yazarlarımız, bilim insanlarımız vardır. Sorulması gereken soruları cesurca sorup, doğru yanıtları arayacaklarına olan güvenimiz sonsuzdur.

Yazarımızı aldığı kutsal ödülden dolayı tebrik ederek bitirelim birbirini doğuran bu ve benzeri bir çok soruyu...




Nilüfer ALTUNKAYA

2006

17 Şubat 2009 Salı

suçiçeği'nden yazılar-I

Su Çiçeğinden Yazılar – I

/Şairleri çok eşli bir şehirde bekledin. Günün en soğuk saatlerinde başladı yolculuk. Özgürlüğün tanımsız bırakılmışlığından yorgun bir sevdaya doğru. Açıldı kapılar.
Sözcüklerin anlamlarını silkelediği bir özlemi soluduğu, tarihin elini kolunu sallayarak dolaştığı bir şehirde, denizin kederinden, tuzundan, yosunundan payına düşeni almış yaşantılardan bi’haber geçtik anları, yılları. Yağmur kendi kendine söyleşir gibi dostça sokuldu bu kavuşmaya. Duvarları saydam bir odada zamansızlığa okundu öyküler, şiirler...
Dağınık bir yatak, kitapları okunmuş bir kitaplık, masada unutulmuş eller. Yanılgının eşiğinden geçmiş çocuklar gibi suya yazmaya başladığım bir yalnızlıkta peşinden koşarken acılaşmış yüreğim. Gölgeli bir yüz. Beklemeye alışmışken çekip gitmeyi seçmiş. Toprak tanımlıyor sesini en çok. Toprağın sonsuzluğu. Vefası. İklimlere bağımlı verimliliği. Yaprağın alçaldığı göl, birikintilere açmış çiçeklerini umutla. Toprağından, suyundan, terinden, kederinden gecikmişliğime serptim. Doğanın bereketinden utanarak.
Yaşanan aşkların sitemsiz tanığıdır şehirler. Katlanırlar gölgelerinde yaşanan ayrılıklara. Üzülürler belki, insanın yaşamak telaşında yitirdiklerine. Geriye dönüp toplayamayız ki kırıp attığımız yürekleri. Acıttığımız sevdaları.
Aklımın karışıklığında duvarlara çarpan bir dalga çekilip giderken sana döndüm belki de bu yüzden. Büyük görkemli bir ağaçtın avlularda serpilmiş. Dalları kesilmiş sonra. Bu haliyle yitirmiş dokunmayı, eskimiş.
Çoktan yaşlanmış gibiyim bilirsin. Çoktan yorulmuş. Şimdi çıplak ayaklarımı okşayan su köpüklenirken, iyi ki bildim gitmeyi, diyorum. Gelmeyi bildiğim kadar.

Suya yazdığım yazıları getirdim sana. Tek yapabileceğim budur belki de. Yokluğunun varlığında./

-Zihni T. Anadol anısına saygıyla-

Bir çığlıksızlık çağındayız. Yitirdiklerimizin kanayarak bizden koptuğu bir suskunlukla yoksunlaştırılmışız. Öyleyse kendince yolculuklar yapabilmek, erdemin ışığına dokunabilmek, yaşamı anlamlı kılabilmek yani yazabilmek artık daha önemli. Herkesin bir işlevi var nasıl olsa. Kimlikli ya da kimliksiz, herkes bir rol geçirmiş üzerine oynuyor oyununu.
Birden ellerin yokluğu kalıyor avuçlarımda. Başucumda kitaplarım, yalnızlığımın kilitsiz kapısını aralıyor.
Bu yalnızlaştırılmışlığın buğusunu silmek için seninle Zihni T. Anadol’u konuşmak istedim.
“Truva Atında İlk Akşam”, “Kırmızı Gül ve Kasket”, “Can Pazarı Yolcuları”, “Aydınlığa Omuz Verenler”, “Ağlama Duvarı” kitaplarının yazarı, bir halk aşığı, sosyalizmin uzun soluklu yürüyüşçüsü... Umudunu yitirmemenin şiirini yazmak, mutluluğun resmini yapmaya benzetilebilir mi?

“Yolları bilmeyen, anakente ilk defa ayak basan toy görevliler arasında, girintili çıkıntılı, ünlü ünsüz alanları, alabildiğine uzanan, geniş ana caddeleri dolaştırıldık. Ulusal kahramanlarımızın heykellerinin önünden geçirildik. Sonra dar bir yola saparak ezici ağır bir yorgunlukla, derme çatma kurulmuş eğreti tornacı, eskici, tenekeci, tamirci ve hurdacı dükkanlarının önünden geçirilip, cezaevine getirildik.”
Truva Atında İlk Akşam, bu getirilişle başlıyor. Çukur bir hapishane avlusuna indirilip, kelepçeleri çözülen, tahta barakanın önünde, bileklerinin kurumuş çıplaklığında kan izlerini tatlı tatlı kaşıyarak, ürkek, meraklı bakışlarla nereye getirildiklerini anlamaya çalışan, aylar süren sorgulardan geçirilmiş, salıverilmeyi beklerken yeniden kelepçelenmenin hayal kırıklığını yaşamış, sonunda Truva Atını andıran tahta bir barakanın soğukluğuna bırakılmıştır bu insanlar. Yaşanmışlıkların en koyusu demlenmiş, hapislerde yatılmış, sürgünlerden, işkencelerden geçilmiş, eş dost, çoluk çocuk, kaygısız bir özgürlük hasretiyle gençlikler tüketilmiş, sızısız ahların yankılandığı bir Truva Atında dostluklar, sırdaşlıklar, yoldaşlıklarla zaman törpülenerek bir kavganın inanmışlığı içinde sevdalar tazecik tutulmuştur. Bu yaşanmışlıkların anılması, unutulmamasının belki de en kalıcı yolu olarak Zihni Anadol tarafından Truva Atının tanıklığında yaşanılanlar yazıya dökülmüştür.
Bir roman tadında bir şiir vuruculuğunda, tam bir toplumcu gelenekle bağırmayan, sorgulayan, anlamaya çalışan, şikayetçi olmak yerine çözüm arayan bir bilinçle, zamanın ihanetine gölge düşürmek adına içtenlikle kaleme almıştır yaşananları Zihni Anadol.

Bu bir anı kitabı değildir salt. Tarihî değeri; yaşananların dönemin tarihsel, iç ve dış siyasal olaylarla bağlantılı olarak aktarılması bakımından, edebî değeri; dildeki yalınlık ve yaşananların içselleştirilmesini sağlayan betimsel ve estetiksel yaklaşım, özünde insana ışık tutan kurgusal bütünlük ve olayların aktarılmasındaki çok açılı yorumlamalar bakımından, siyasî değeri; 1944 yılında TKY’ ye üye olmak, yönetimine katılmak savıyla tutuklanıp, yargılanan, aralarında Reşat Fuat Baraner, Fehmi Kurucu, Hikmet Elin, Sebati Selimoğlu, Nihat balyoz, Kirkor Sarafyan, Mustafa Birtem, Halil Irgat, Avni Güler, Zeki Baştımar, Ali Tokuç, Ziya Türe, Hasan İzzettin Dinamo, Suat Derviş gibi isimlerin olduğu toplam 65 kişinin birlikte yargılandığı, hüküm giydiği bir sürecin önemli bir tanığı tarafından aktarılması bakımından ele alınabilir.

1940’lı yılların dünya ve ülkemizde yaşanılan olaylarının bir yüzünün önemli bir kaydıdır bu anılar. İnanmışlığın saydamlığında tertemiz bir Türkçe ile kaleme alınmış, yaşanılan anların tanığı olan kişiler öylesine gerçekçi ayrıntılarla aktarılmıştır ki her biri bir roman kahramanının kalıcı çizgileriyle yeniden yaşam kazanmıştır. Şiirli bir acının tazecik kıldığı gündelik yaşamın yalın gerçekleriyle masallaşmış, vurgunlarla dolu birer öyküdür sanki yaşanılanlar.

Zihni Anadol bu yaşanmışlıkları aktarırken geri dönüşlerle besleyerek, gerekli gördüğü yerlerde ayrıntılarla açılımlar yaparak kendi yaşamında doğrudan ve bizlerin yaşamında dolaylı olarak iz bırakan bir çok isme yer vermiştir.
“Altı yüz erkek arasında bir tutuklu kadın:Yazar Suat Derviş Hanım”, solgunca yüzünden hayata dirençle baktığı, gelip, geçmiş üzücü olaylara saygılı o dik başını çevirirken Zihni Anadol Küllük Kahvesi’ne o dönemin yazarlarının sık sık gittiği yere götürür bizi.
“O zamanlar yeni edebiyat dergisini çıkarıyordu. Sağlık taşan güzel yüzünden çevresine inanılmayacak bol kahkahalar taşar, şen, şakrak sesiyle hayranlarını yanına toplar, bol şakalı nükteleri ortalıkta bir tokat gibi patlardı....Çok şık giyinirdi. Zarif kostümü, geniş kenarlı süslü Hasır şapkasıyla tüm gözleri hayranlıkla üstüne çekerdi. O zamanın sayılı yazarlarındandı. Gazete patronları onun fikirlerini, toplumcu olduğunu bile bilmelerine karşı romanlarını tefrika etmek ve röportajlarını yayınlamak için sıraya girerlerdi. Şimdi Ankara Soğukkuyu hapishanesinin küçücük işkence hücresinin yarı açık kapısından gülerek bana bakan arkadaşlarımızdan yazar Suat Derviş hanım işte buydu. Örgüsüne eğilmiş, başını kaçamak kaldırarak bana bakıyor: “Ne var, ne yok? Yeni bir şeyler var mı?” sorularını yöneltiyordu.”

Sabiha Sertel’le karşılaşmasını ise “Sabiha Sertel Hanımla Görüşmem” başlıklı bölümde şöyle aktarıyor:
“Bana liseye kadar kitaplar gönderen, fıkra yazarlığının yanında cep kitapları serisini de yürüten insanı görmek için Tan gazetesindeki yazıhanesine gittim. Kendimi tanıttım. Yumuşak, sevecen bir yüreklilikle beni kabul edip yer gösterdi. Gülerken iri gamzeler oluşan yuvarlak, tatlı bir yüzü, antik güzellik tanrıçalarının güzel başı, masmavi derin zeki gözlerinden,gerici faşist hasımlarına attığı okların fırladığını görür gibi oluyordum.”

“Nazım Hikmet’in Harp ve Sulh Çevirisi” başlıklı bölümde, aylardır okumaktan yoksun bırakılmış okuma sevdalısı bir insanın kitaplara olan özlemini aktarıyor Zihni Anadol. Balzac’ın Goriot Baba adlı kitabını Nahit Sırrı çevirisinden okuduktan sonra Zeki Baştımar’ın sorusuna Haydar Rıfat’ın çevirisinin çok daha güzel olduğunu söyleyerek yanıt verir. Zeki Baştımar’a Milli Eğitim Bakanlığına yaptığı çeviriler nedeniyle seçme eserler gelmektedir ve okuyarak zamanı hızlandırmaya çalışırlar. “Buna karşılık gene de içinde bitmez bir acı kavurup duruyordu.Yavrum nasıldı? Geçimleri iyi miydi? Duruşmalar nasıl geçecekti? Ceza verecekler miydi? Tekrar iş bulup çalışabilecek miydim?” gibi sorular yanıtsızdır. “Hele karım ve dizlerine yaslanmış yumuk elli yavrumun resimlerini duvarda gördükçe, hapislik iki oluyor, yüz oluyor, büyüdükçe büyüyordu.”

Reşat Fuat anılarda yer alan önemli isimlerdendir. Bir çok yerde anılır. Savunmasını şöyle anlatır Anadol:
“Reşat Fuat’ın savunması salonda yankılar yapıyor, mahkeme kurulunu, izleyicileri, görevlileri ve 65 arkadaşını bir büyü çemberine alıyordu. Bol bir er kaputu içinde çevresini ışığa boğan, dallı budaklı iri gövdesi bir çınar gibi görkemle yükseliyor, yurdumuzun tüm acı gerçeklerini, gelecek tehlikeleri, ne yapılması lazım geldiğini açıklıkla vurguluyordu. Önceleri ılımlı, kararlı, sonradan can alıcı noktaların altını başıyla çize çize kendisini izleyenlerin beynine, ruhuna , kalbine bir ok gibi giriyordu. Engin bilgisi, derin sosyo-ekonomik kültürü ile memleket sorunlarına vukufu, onun inkar edilemeyecek ilkelerini kendisini izleyenler kesin olarak onaylıyorlardı....O, kırk yedi sayfalık savunmasını mahkeme kuruluna okumuş, saygılı bakışlar arasında kendini izleyen eşi büyük yazar, ünlü gazeteci Suad Derviş Hanımın yanına oturmuştu.”

Fahri Erdinç, Zihni Anadol’un anılarına sarhoşken bir lokantaya girmek isteyip, alınmayınca içerdekilere hakaretten tutuklanarak katılır. Sanatla uğraşan bu iki insanın yaşamları böylece kesişir ve paylaşımları edebiyat ekseninde artar. Zihni Anadol bu paylaşımı şöyle aktarıyor:
“ Kendisi ufacık bir olaydan çok güzel hikayeler çıkarabilen, onu diliyle, konusuyla işleyip, edebi bir eser gibi sunmasını bilen bir yazardı. Başımdan geçen bir olayı anlatmıştım ona. Üşenmemiş hapishanenin o kasvetli, hüzünlü havasında olanca becerisini göstererek hapislik günlerini anlatan bir sanat eseri meydana getirmişti.”

Zihni Anadol, Truva Atından, havalandırmaya çıkarılan Hasan İzzettin Dinamo’yu izleyişini şöyle aktarıyor:
“Bedenini saran bol bir asker kaputunun içinde tombalacık güler yüzlü şair Dinamo’yu bizim tahta atın yanına doğru bıraktılar. Burası bahçenin içinde el kadarcık havuza benzer bir yerdi... Dinamo bize yaklaştıkça yuvarlacık tombul yüzündeki gözlerin çevreyi süzdüğü, ilk defa bir adamın, güneşe çıkarılmış bir adamın hayretle alanı, candarma kulelerini, kıyı bucakta dolaşan insanları, cılız gölgeli ağacı, hele hele meydanlarda dolaşan, herkesin sevgilisi, eğlencesi sarışın köpeğe sevgiyle, özlemle bakıp bakıp şair gözleriyle gülerek süzdüğü görülüyordu. Yanına kuyruğunu sallaya sallaya yaklaşan hayvanın belini okşadı, sonra gidip o cılız, önüne gelenin musallat olduğu, önüne seccadeler serilip kıble yapıldığı ağaca elini sürdü, dallarına başını kaldırdı, sonra gökyüzünün derin sonsuzluğunu ciğerlerine çekti.”
Hasan İzzettin Dinamo ise o günlerden yıllar sonra bu anıların oluşturduğu Zihni Anadol’un Truva Atında İlk Akşam kitabı için çok haklı bir yorum yaparak şöyle der:
“Arkadaşım Zihni T. Anadol, İkinci Dünya Savaşı’nın yitip gidecek olan bütün bu manzaralarını oturup yazmış. Ve böylece pek çok şey kurtarılmış oluyor. Bu kitap ayrıca attlı bir roman güzelliğinde okunabilir. Kendisini müşterek anılarımızı dile getirdiği için ayrıca kutlamak isterim.”

Zihni T. Anadol ayrıntılı gözlemlerle aktarmakla kalmıyor, yaşanılan duyguları son derece şiirsel bir duyarlılıkla ve olabildiğince gerçekçi betimlemelerle canlandırarak yaşatıyor. O günlere dönüp, bir tahta barakanın içinde o her biri ayrı özelliklere sahip, farklı yaşantılardan süzülüp, aynı sevdayı kuşanmış insanların, üşüdüğü, dertlerini soluduğu, zamanın yoğun damıtılmış akışını sabırla beklediği, sevdiklerinin hasretiyle volta attığı ya da güne yasak pencerelerde ışığa sokulduğu, azaltılmış yaşamlarına umutlarından vazgeçmeden devam etmeye çalıştığı, Truva Atı’na Anadol’un penceresinden yayılan ışıltılı bir sıcacık merhaba gibi sokuluveriyoruz.

Toplumcu gerçekçi bir aydın kimliğini doğru yorumlayabilmek adına birer belge kimliğinde olan bu anılar iyi ki yazılmıştır. Bir kavganın inanmışlığı içinde o yıllarda bu insanlara ödetilen bedellerin nedenlerine yönelik olarak bugün bile hâlâ zihinler puslu ve suskundur. Ödün vermeden yaşayıp, yazan, söyledikleri, yazdıkları ve yaşadıkları çelişmeyen bu insanlar zamanın soluk evreninde kendilerine özgü ışıltılarını saçmaya devam ederken, sonraki kuşaklar tarafından yeterince bilinmemeleri, anımsanmamaları ya da anımsatılmamaları ne kadar anlamlıdır.

Reşat Fuat Baraner, Hasan İzzettin Dinamo, Suat Derviş, Fahri Erdinç, Zihni Anadol ve gerekçeli hükümlerle yaşamlarını sürdüren aydınlar... Özgelikleriyle, bilgelikleriyle ölümlerinden sonra da insanın insanlık düşlerine ulaşmasına adadıkları ömürleriyle yol gösterici birer deniz feneri olmayı ödev bilenler...



Mart 2007-Eskişehir
Nilüfer ALTUNKAYA

(KAr' da yayınlandı)

yazılarım_III

Gerçek Bir Roman: Triumvira

Yorgun atların çektiği tramvaydan inip, ilk sokağa sapan, sokağın sessiz tenhalığında gıcırdayan kaloş kunduralarının sesiyle yürümesini sürdürerek, sokaktan geçen çift yaylı, çift atlı tam çarklı bir sırık arabanın sürücüsüyle göz göze gelen romanın baş kahramanı Cemal Hikmet’tir. Erkânı Harp Müşiri Sermet Raşit’ in konağına gitmeden önce, makas ve usturadan daha çok çenesi çalışan bir berberde, semt hamamında, fes kalıpçısında türlü hazırlıklar yapmıştır. 93 harbinde şehit düşen babasının kardeş çocuğu olan Müşir’i sebeb-i ziyareti kızına Fransızca dersi verecek olmasıdır.
Cemal Hikmet sokakla konak bahçesini birbirinden ayıran, sarmaşık sardırılmış yüksek ve sağlam duvar boyunca ilerleyerek büyük kapıya ulaştığında, okuyucu bir tarihsel kurgunun içinde etkileyici tasvirlerle görkemli yolculuğuna başlamıştır.
Titizlikle oluşturulmuş, mekan-zamanla uyumlu, dönemin yaşantısına çağıran bir dil ve ayrıntılı eşya tasvirleriyle konağın içindeki baş döndürücü bir zenginliğe Cemal Hikmet’ in gözlemleriyle tanık olursunuz. ‘Keşmir seccadelerdeki mor, yeşil üzüm salkımları, iki yüz, üç yüz yıl önce kim bilir hangi Hint ya da Türk hükümdarı için Lahor’ da yapılmış, Babür halıların iki renk iplikten bükülmüş çözgüleri’ gözünüzün önünde gibidir. ‘ Gümüş heykelciklerden, cilt cilt, boyuna ve kalınlığına göre tasnif edilmiş altın veraklı kitaplara’, ‘paşa dede resimlerine’ kadar, elverdiğince ayrıntılaştırılarak yerli yerine konulmuş eşyalar, tarihin sislerini dağıtarak çıktığımız bu yolculukta tanıklığımızı pekiştiren birer kılavuz işlevi görmektedir adeta. Cemal Hikmet ile Sermet Raşit’ in diyalogları başladığında konak sahibinin ve ziyaretçisinin kimlikleri de belirginleşmeye başlar. ‘Doğudan ve Batıdan dünyanın çeşitli ülkelerinin çeşitli şehirleri, gümüş ve altın, ipekli olmuş, buraya, bu konağa taşınmıştı.’ (S.10)

Sermet Raşit Bey, zenginliğinden taşan kibirli, sindirilmemiş bir görgüyle yazarın hissettirdiği ikiyüzlü kimliğine bulaşmış çıkarcılığıyla döneminin prototipi olarak seçilmiştir sanki. Mekteb-i Sultani’ye (Galatasaray Lisesi) Müslüman, Hıristiyan, Musevi’ lerin bir arada okuması nedeniyle karşı olan Erkânı Harp Müşiri Sermet Raşit ‘bir zamanlar Paris, Brüksel, Cenevre demeden Ahmet Rıza’ nın ardında eşitlik, kardeşlik, hürriyet çığlıkları atarken de, bunların tam tersini savunurken de sesine otoritesini eklemeyi’ başaranlardandır. Onun ağzından dönemin genel durumu:
‘ Ortalık karışık, gün geçtikçe de karışıklıklar artıyor.Herkes birbirini izliyor. Bunları benden duymuş olma, sana bir sır vereyim, durum, vaziyet hiç iyi değil.Selanik karışık...Grev, boykot, direniş...’ (S.14) şeklinde aktarılmaktadır.
‘Hesaplı ve ihtiyatlı olmak ve ayrıca çeneyi de tutmak lazım’ dır bu çalkantılı dönemde. ‘Konaktaki Şark’tan ve Garp’tan toplanmış asarıatika eşyaları gibi, kendisi de ne Doğulu ne Batılı olan Sermet Raşit’in konağından Cemal Hikmet, bu akrabanın kimliğinden belki de kimliksizliğinden duyduğu hoşnutsuzluğu içinde yenileyerek ayrılır. ‘Bu konakta ders verirse her gün yüzünün bir bölümünün eskiyeceğini’ düşünür.

Triumvira romanının yazarı Ahmet AZİZ, çalkantılı bir dönemin tarihsel akışını kurgularken, öylesine ince detaylarla, öylesine titizlikle çalışmıştır ki devrin tüm yaşantısını diliyle ışıltılı bir gerçeğe dönüştürmüştür. Cemal Hikmet bir roman kahramanı olmanın çok ötesinde bir gerçekliğe erişiyor, bizi yaşadığı çağa tanık olmamız için çağırıyor. Bu çağrıya uyarak devrin İstanbul sokaklarında havasını soluyarak, sesleri gerçekten duyup, geldiği yöne bakıp olan bitenlere tanık olarak gezinmeye başlayınca, ortalığın gerçekten karışık olduğunu duyumsuyoruz.


Mekanların, sokakların, binaların o dönemki isimleri ve bugünkü karşılığıyla verilmiş olması dikkat çekici bir ön hazırlık örneği.
Romanın bence lirik kahramanlarından biri olan Hamdi Şuayb’a da ilk bölümde rastlıyoruz. Nihayet Cemal Hikmet ‘Arnavut Kasım Bozacısını geçip, burnunun ucunda düşecekmiş gibi duran gözlüğüyle bir takım tozları terazide tartan eczacıdan Sirop Pertev ile İksir-i Süreyya alıp, çeşmelerden su taşıyan sakaların, evlerin alt katındaki bakkalların, şifalı otlar, elvan şekerler, iğne iplik satan aktarların arasından geçerek, güçlükle ayakta duran, kışın yağmuruna karına, yazın sıcağına dayanamayıp yılların bakımsızlığıyla direncini kaybedip kararmış ahşap evine’ varır. Eve annesinin telaşıyla birlikte girer. Annesinden Adnan Rüstem’in yakalandığını öğrenir. Roman ilk bölümünden sonuna kadar tadına varılması zor bir İstanbul yaşantısı sunmaktadır. Öyle ki bu İstanbul tarihin dokularına sızan su olmuştur. Ahşap evler, fesli adamlar, at arabaları, Hamdi Şuayb, Kurşuncu Kambur Taibe nine, Şukufe nine, Fıtnat kadın yitik birer yaşantıdan göz kırpar...

İkinci bölüm Fıtnat kadının ‘Hikmet kalk, kalk artık.Dün devrim olmuş kalk.’ Sözleriyle başlar. Kanuni Esasi yeniden uygulanacaktır. Büyük şenlikler ve top atışlarıyla İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Oysa Civelek Muhsin, Mumbacak Kazım, Yanbastı Hasan gibi bıçkın delikanlıların, atlı tramvaydaki yolcuların Kanuni Esasi’den haberi yok gibidir. Cemal Hikmet olan biteni kavrayabilmek adına Sabah ve İkdam gazetelerine gider, gazete yazarları, çalışanları ile olan biten hakkında görüş alış-verişinde bulunur. 23 temmuz 1908; sansür, baskı ve suskunluğa duyulan öfkenin, Meşrutiyetin ilanına duyulan heyecan, umut ve sevince dönüştüğü önemli bir takvim sayfası olarak yerini alır tarihin dokusunda.

Meşrutiyetin yayılan coşkusu, ‘ sokakların çehresine hakim olmuş,devri vesvesede birbirine garez, hain, düşman olanlar kucaklaşmış, bir gün önce “Padişahım çok yaşa!” diye bağıranlar, bugün “Yaşasın hürriyet!” feveranları ile oraya buraya, sorguya uğramadan, sualle karşılaşmadan koşuşmaya başlamıştı.’( S. 54)

Dönemin İstanbul’ u ve o devri yansıtan halktan kişiler ayrıntılı tasvirlerle zenginleştirilmiş, Fransız ihtilaline duyduğu özenti ile teorik bilgiden son derece yoksun olmasına karşın bir hevesli kişi olarak Şuayb Efendi ve üç bıçkın delikanlı ile Sıracüddün Efendinin ilişkisi gülümseten bir mizansenle sunulmuştur.

Cemal Hikmet’ in yaşamı annesinin ölümü, taziye amaçlı Sermet Raşit’in ziyaretinin ayrıntıları, kıyafeti, tavırları, komşular, gazetedeki durumu , kedisi cimcime, aşığı Ferhunde ile olan ilişkisi ekseninde akmaktadır.

Romanın ilerleyen bölümlerinde Meşrutiyet’ in getirdikleri ve getiremedikleri kişilerin yaşantılarına çarpıp, giden acı tatlı değişimlerle vurgulanır. ‘talihin tecellisi’ olan olaylardan biri de ittihatçılar tarafından tutuklanan Sermet Raşit Beyin Cemal Hikmet’ e bulunduğu koğuştan seslenişidir. ‘Eski azametinden hiçbir eser kalmamış, yüzü ölülerin balmumu rengine dönmüştür.’ Hamdi Şuayb Bey ise Meşrutiyetin İstanbul mesulü olmayı başarmış, ‘ idare şimdiden anarşi haline gelmiştir.’
Siyasi gelişmeler hızlanmış, söylemler birbiri ile değişerek güncel siyasetin bir parçası olmuşken, Cemal Hikmet’ in Ferhunde ile yaşadığı şehvet ve pür-ihtiras dolu anlar, arkadaşı Mustafa Necip’ in ziyareti ile kesintiye uğrar. Mustafa Necip annesinin ölümünden sonra iyice bakımsızlaştığını vurguladığı bahçede önemli olaylardan söz açar arkadaşına. Zaten roman boyunca bir çok olay, kişilerin diyaloglardaki yorumları ya da düşünceleriyle aktarılmaktadır.

Deutsche Bank ile Bağdat Demiryolu anlaşmaları, Konya- Bulgurlu hattının piyasaya çıkarılan tahvillerinin satışı, İmparatorluğun Almanya’ ya olan bağımlılığı, Terakki ve İttihat Cemiyetinin içte ve dıştaki olayları da iki arkadaşın yürürken yaptıkları konuşmalarla verilir.
Mustafa Necip ve Cemal Hikmet bir kahveye girerler, burada Hamdi Şuayb ve yandaşları olan üç bıçkın delikanlı ile aralarında garip bir kavga baş gösterir. Roman boyunca kişiler asla silinip kaybolmazlar. Bu üç bıçkın delikanlı da yaşamın onlara taşıdığı gel-gitlerden payını alarak, yeri geldikçe karşımıza çıkacaktır.
Atmaca Ferhat’ ın Cemal Hikmet tarafından öldürülüşü belki de kahvedeki kavga gibi garipsenebilecek ve yazarın atlamayı ve bir sohbet sırasında anımsatılması (Mardiros Efendinin devasa salonunda) dışında geri dönmemeyi seçtiği bir olaydır. Romana kattığı anlamı yorumlayamamakla birlikte cinayet işlemenin kolaylığı ve sonrasında suça yönelik kovuşturmanın yapılmayışı vurgulanmak istenmiş olabilir, kahramanımıza yakışmayan bu olayla.
Cemal Hikmet’ in çürüyüp yok olan bir şehirle kendi çürüyüşünü gördüğü rüyasından bir otel odasında uyanışı, Oskan Efendi ve Abud Efendi ile söyleşileri, onun ‘Şevketmeab efendimizin bendesi değil miyiz?’ sözlerine ‘Ben o efendinin bendesi değilim’ şeklinde yanıt verişi, lakırdının Cemal Hikmet’ in Avrupa yaşantısını anlatarak sürüşü, İttihat ve Terakki Cemiyetinin içindeki hesaplaşmalarla, cinayet emirleriyle süren bu muhabbetin 31 Mart ayaklanması ile bölünüşü derinlikli anlatımlarla aşamalandırılmıştır.

Cemal Hikmet’ in Nina’ ya olan aşkı, Posta Telgraf Telefon Nezaretlerini ziyaretinde başlar. Mardinos Efendi ile dönemin Ermeni yaşantısına, tehricin bunu yaşayan kişilerce somut etkilerine Nina ve ailesinin dramı aracılığıyla tanık olmamız açısından anlamlı bir aşk başlar.
Roman olayların iç içeliğiyle öylesine sımsıkı örülmüştür ki, tarihe bir çok açıdan bakabilme başarısını yakalamış, kişiler ve görüşler canlı birer kimlik kazanarak yorumlar yaparken tek yanlı bir savunu engellenmiştir böylece.
Yazar, 1908-1918 yılları arasındaki önemli siyasal gelişmelerin toplumsal yaşamdaki izlerini sürerken, İkinci Meşrutiyet, İttihat ve Terakkinin iktidarını ve iktidardayken yaptıkları ile söylenenlerde yaşanan çelişkileri, dönemin önemli isimlerinin, Cemal, Enver, Talat Paşaların tarihin akışına kattıklarıyla ve kişilikleriyle de keskinleşen siyasal çizgilerini kurgu içerisine başarıyla dağıtabilmiştir.

Romanın en önemli özelliklerinden biri de sözcüklerin tarihsel dönemin içeriğiyle örtüşecek şekilde seçilmiş olması ve günümüz Türkçesiyle şiirleştirilerek örülmüş olmasıdır. Anlaşılmazlığın tuzağına düşmemiş, aksine bir çok sözcük anlamı bilinmiyor olsa da hem bir divan şiiri, hem bir sanat müziği, hem de öz Türkçe bir deyiş dinler gibi ışıl ışıl bir anlamla cümlelerin estetiğinde anlaşılır kılınmıştır. Dil devriminin yanlış yorumlanması ve yapılandırılması sonucunda yüzyıllarca sürmüş geleneğinden koptuğumuz bu sözcükler dilin işlerliğine ustaca oturtulmuş, bir yazarın yapabileceği en önemli hizmetlerden birini başarıyla gerçekleştirmiştir Ahmet AZİZ böylece.

Yorumlayan, soran parantez açan, gönderme yaparken, baskıcı davranmayan, objektif bir tarih bilimcinin titizliğiyle büyüteç altına aldığı olay ve kişileri insancıl bir tutumla yaşatan yazarın bu yaklaşımı sayesinde, haksızlar ve haksızlıklar, güçlüler ve güçsüzler, yanlılar ve yansızlığıyla paraya hizmet edenler, yaşamda olduğu gibi değişebilmekte, insan kızmak yerine anlamaya çalışmayı seçmektedir.




Cemal Hikmet’ in ‘birbiri üstüne yatar gibi meyletmiş, gelip geçen her yılla biraz daha kararan, köhne, ahşap binalarla dolu, Merzan Yokuşundan önce sağdaki ilk sokağa, sonra soldakine sapıp, Dersaadet Telofon Anonim Şirket-i Osmaniyesinin heybetli binasını’ gezerken karşılaştığı ve aşık olduğu Nina hakkında, Ferhunde ile ilişkilerine ve onun sonraki yaşantısına ilişkin konularda, Mustafa Necip ve vurulması hakkında Oskan Efendiyle yaptığı konuşma dikkat çekici ayrıntıları vurgular. Sonraki satırlarda, Cemal Hikmet’in Mardiros Efendi, Oskan Efendi, Dikran Efendi, Bahaeddin Şakir , Senekerim Efendi ve Abdullah Cevdet gibi isimlerle Mardiros Efendinin devasa salonunda süren görüşmeleri yine konuşmalarda ve hal, davranış ve tasvirlerde verilen bir çok ipucuyla doludur.

Bu ve diğer bölümler çözümlemenin yoğunlaştığı sonuçların sıklaştığı bölümlerdir.
Cemal Hikmet’in Mardiros Efendinin evinde Erkânı Harp Müşiri Sermet Raşit’ in resmini görmesi yine kişilerin izini sürmemiz, kalabalık bir kurgunun bütünlüğünün sağlanması adına önemlidir.
Bu ziyaret Senekerim Efendinin anlamlı ve dönemin ekonomik ilişkilerine ayna tutacak olan sözleriyle sonlanır:
‘ Gemi almak için, bağışlar ve yardımlar dışında daha ziyade bir paraya ihtiyaç olduğu söylenmişti bize. Düşük faizli para isteği olduğu gibi…’
Cemal Hikmet’ in mualif tavrını onun sözleri ile belirginleştirebiliriz.
‘Enver paşa insanların zaaflarını okumasını da, okşamasını da çok iyi biliyor. Bu işin bir sürü esrarlı şartı var. Benim bir isteğim, bir beklentim olsa idi Meclis-i Mebusan’ â aza olurdum.’ ( S. 259)
‘Süikastların, sabotajların asayişi temin ile ne alakası var?’ ( S. 259)
‘Kainat da görecek ki Teşkilat-ı Mahsusayı devleti değil kendisini güçlendirsin diye kurmaya kalkışıyor. Cemiyetin istiklalini ele geçirmeye çalışıyor.Bizi neferiymiş, tebasıymış gibi görüyor.’ (S. 260)

Cemal Hikmet erdemli bir kişiliktir. Çıkarları uğruna ödün vermemiştir.Dönemin iktidarı içinde önemli bir yeri olmasına karşın, güç dengelerinin memleket aleyhinde gelişen ilişkilerine bulaşmamıştır.

Cemal Hikmet’in Mumbacak Kazım’ la karşılaşması dramatik bir sahnedir. ‘Koltuk değnekleriyle üstü başı murdar derecede kirli, perişan bir hayat-ı sefilane görüntüsüyle’ karşısında duran bu adam zamanını savurduklarının simgesi gibidir. Çanakkale’ de bacağını bırakmış, koltuk değneklerine bağımlı olmuştur. Arkadaşları Civelek Muhsin ve Yanbastı Hasan’ı ise ‘Enver sarıkamış’ta ölüme terk edip, kaçmıştır.’
‘O kabadayı insanlar silahlarına davranıp tek el bile ateş edemeden ölmüşlerdir.’
‘Şahıslarımızın bir önemi olamyabilir ama Enver bizi bir hayal için kamilen ölüme götürdü. Orada bir ordu mahvoldu.’(S. 304)

Cemal Hikmet hastalığı nedeniyle zor yürümektedir. Zaman herkes gibi ona da acımasız davranmıştır.
Ahmet Cemal Paşanın mektubu ve sonraları Talat beyin mektubu ile romanın akışı tamamlanırken, konağın işgalde Polis Müdürü Arnavut Tahsin tarafından iletilen boşaltılma emri yaşantısını, yoksulluğun, savaşın, kimsesizliğin rüzgarında savrulmuş, farklı dil ve dinleri olan bir çok insanla paylaşan Cemal Hikmet’ i intahara sürükleyen son darbe olmuştur.
Roman’ ın ilk sayfalarında ki Şukufe ninenin dediği gibi aslında o intihar edecek kadar güçsüz değildi.

Tarih roman için çok önemli bir alt yapıdır. Mekandır, şehirdir, sokaktır. Tarihsel dönem romanlarını kuru bilgiden ayıransa kişileştirme ve olay- mekan- zaman örgüsünün gücünde yatar. Gerçeği olduğu gibi aktarmak yetmez, yaşatmak, yorumlamak, dönüştürmek ve bugüne taşımak gerekir.
Ahmet AZİZ seçtiği kahramanları öylesine bilinçli bir süzgeçten geçirmiştir ki kalabalık kurgusuna karşın, kişiler kaybolmamış, yazarın anlatmak istediklerine yaşantıları ile doğrudan katkı sunarak, zengin bir dokuda kendi renklerince var olmayı başarmışlardır.
Kurtuluş savaşı öncesini bilmeden, kurtuluş savaşı mücadelesini anlamanın olası olmadığını, tarihin gerçekten de yinelemelerle dolu olduğunu, vatanseverlerle vatanını kendi kişisel çıkarları uğruna kolayca satanların her dönemde varlığını sürdürdüğünü ve günümüzde yaşananların köklerini geçmişin saçaklanmış olaylarında aramanın gerekliliğini yeniden kavrıyoruz, bu romanla.

Triumvira; romanın, dolayısıyla edebiyatın bütün çabalara karşılık, metalaştırılmadığının simgesidir. Gerçek roman okumaya acıkmış okuyucular tarafından sahiplenilmiş olması bilinçli okuyucudan umudumuzu kesmememiz gerektiğini göstermiştir. Reklamsız, sessizce açan bir çiçek gibi abartısız, kendi yolunda kararlılıkla ilerlemesi yönünden de emeğin haklılığını kanıtlamıştır.

Kasım 2006 Eskişehir
Nilüfer ALTUNKAYA

(Berfin Bahar'da yayınlandı.)

öylesine bir yazı

KADINLAR DA ALDATIR

Annem dinle ilgili kuşku içeren her türlü sorunun insanı dinden çıkartarak, günahkâr yapacağını söylerdi. Ama ne kadar korksam da geçiştiremezdim sorularımı. Neden hiç kadın peygamber yok? Kutsal Bakire Meryem Ana, bir peygamber annesi olduğu için mi kutsal? Allah (Baba ) da erkek mi ? O zaman niye ana değil ? Bu sorular tövbelerle savuşturulurdu.
Din derslerimizde ise dinimizin kadını alçaltmadığını, aksine yücelterek değerli olduğu için korunmak istendiğini anlatırdı hocalarımız. Buna en çok da kızlar inanırdı, bu yüzden (erkeklerin kötü bakışlarından korunmak için) kapanmaları gerekirdi. Neyse ki bu yazının amacı inançların uygulanma biçimlerini sorgulamak değil...

Ortalama yaşam koşullarına sahip bir ailede, bir kız kardeş varsa erkek kardeşinin veya ağabeyinin hizmetini yapmalı, sofrasını kurmalı, bulaşığını yıkamalıdır. İşi bitince de ya ders başına ya da televizyon. Erkek kardeş özgürdür. Canı isteyince dışarı çıkar, isterse sevgilisiyle buluşur. Annesi onun her dediğinin olması için ömrünü adamıştır. (Freud’ a kulak vermeli miyiz?) Peki sonra ne olur?

Sonra acıklı bir duruma dönüşür, delikanlımızın hali. Şaşkındır. Toplumsal yaşamın ona yüklediği sorumluluklara hazır değildir. Zaten haklarının kavgasını da vermemiş olduğundan nasıl kullanacağını bilemez. Yani kişiliği gelişmemiş, sıkışınca kaçan, kültürel evrimleşmeden bi’haber, aşk vurgunu yiyerek oraya buraya savrulup durur. (Bu çaresizce yapılmış bir genellemedir. Yarası olanlar gocunsun lütfen!) Kızlar için statü belirleme kavgası olan ilişkilerde sevgilisinin yaşı (marifet kendinden büyüklerle çıkmaktır), arabası, ekonomik durumu gibi etiketler önem kazanırken, delikanlıların hakkını yemeyelim ki onlar yüreklerini kaptırıverirler gerçekten.
Ergenlik bir savaştır, bir isyandır, kendini kanıtlama yarışıdır ve çok zor bir süreçtir. Bizim gençlik dönemimizde de orta halli yaşamlarından sıkıldığı anne babalarını bir kenara itip, arkadaşlarıyla yaşamını yönlendiren, soruları hep geçiştirilmiş aile kararlarında ona danışılmamış, cinselliği utana gizlene keşfetmeye çalışan gençler, kendine kırgın bir halde yaşardı gençliklerini. O zamanlarda bile anladığım bir acıklı durum da bu gençlik ilişkilerinde hep kafası fazla çalışmayan, pek fazla düşünmeyen, beklentileri maddi olan, daha önce söylediğimiz gibi para ve statü peşinde koşan kızlar erkeklerin gözdesi olurdu. Onlarla gezilip tozulur, sessiz, el değmemiş, hanım hanımcık kızlara ise aşık olunurdu. Hani şu eğlenilecek kız, evlenilecek kız hikayesi... Beni ise sık sık çok okuduğum için ürkütücü bulduklarını söyleyenler olmuştur. Okumak yabanı, yazık edilmiş erkeklerce.

Oysa okuduğum için anlıyordum ki erkeklerin hizmetine kurulmuş bu düzen, kadını sömürmenin en güzel yolunu bulmuştu. Analık kutsaldır, otur evinde çocuğuna bak. Evinin kadını olmazsan seni berbat bir yaşam bekliyordur. Erkeklerden korunmak için evlenip, yine bir erkeğin kanatları altına alınmalısın, namusun baba (ana?) ocağından, koca ocağına taşınarak korunmalı. Onu hep erkekler lekeler ve korumak da onlara düşer. Sen de kimsin ki kendi namusunu koruyasın... Her genç kızın rüyasıydı ne de olsa telli duvaklı evlenmek.
Gümüş bir tepside sunmalıydılar bakireliklerini kocası olacak kişiye. Beline el değmemişliğini simgeleyen bir kırmızı kuşakla beklemeliydi el sürülmeyi.

Ve işte yine sorular...Kendini ezdirmemenin kavgasını veren kadınlar, neden hep sömürenler yerine yargılanır. Onları kendi varlıklarını sürdürmek için gerekli bir yardımcı gibi değil de insan olarak algılayıp, ortak bir yaşam sürmek adına tüm haklarıyla kabullenen erkeklerin sayısı hiç çoğalmayacak mı bu toplumda ? İşin garibi genelde kadınların da bu kuralları erkeklerce konulmuş sosyal yaşamın, kendi aleyhlerine olan tüm saçmalıklarını kabullenmiş olmaları değil midir?


İşte bir akşam haberlerde bir grup öğrenci izinsiz gösteri nedeniyle polis tarafından tartaklanıyor. Bir kızcağızın güzelim saçları polisin biri tarafından kavranmış, yerlerde sürükleniyor. Ve bu sahneyi izleyen kadınların tek tepkisi “kız senin ne işin var gösterilerde? böyle dayak yersin işte!” şeklinde oluyor.

Çevremde bir çok kadın toplumsal koşullar nedeniyle ( malum dul kalmak hoş değildir) kocalarına katlanmayı seçiyor. (Belki de kızmamak gerek .) Bir çoğu zaten yaşadığı koşulları aşabilme, kendi yaşamına sahip çıkabilme duyarlılığından yoksun. Özellikle öğretmen çevremi şöyle bir incelediğimde, (yine acınası bir genelleme yaparak söylüyorum ki) işi gücü günden güne koşuşturup, pasta börekleri yedikçe şişmanlayan sonra da aldığı kiloları verme telaşıyla birbirlerine diyetler salık veren, televizyonda gelin kaynana kavgalarını izleyip, bundan başka konuşacak bir şeyi olmayan, bir de mutfak becerilerini arttırmak için tarifler alıp- veren, bir de en mükemmel çocuğa sahip olduğunu sanan kadınlarla dolu. Ve bunlar bu topluma insan yetiştirmek görevini üstlenmiş durumdalar.

İşte ben artık erkekleri anladığımı sandığım bir noktaya, kadınları inceledikçe geldim, diyebilirim. O delikanlılar karşıma iş güç sahibi koca adamlar olarak çıktıkça onların da yaşamının zor olduğunu görmeye başladım. Zor ki ne zor... Hem çalış didin, hem de ha bire senden isteklerde bulunan, gittikçe dokunmanın zevk vermediği bir kadına katlan! Üstelik konuşmak bile bir lüks olmuştur, sadece ortak bir çıkar ilişkisine dönüşmüştür evlilik. Ne yapsın o da çareyi kendini dışarılara atmakta bulur. Karısını dinleyen, değer veren bir erkek kılıbık olarak anılır ama aldatan çok cesurdur, hayranlık uyandırır ne de olsa.

Şimdi bakıyorum da gençlik değişti.( Yaşlanmak bu kadar kolay mı? Yok canım, daha var.) Artık bizim gençliğimizdeki gibi mahallenin kadınları ya da akrabaları birbirlerinin kızlarını takip etmiyorlar, sevgilisi var mı yok mu, diye. Varsa hemen başkalarına yetiştirip, bak şunun kızı ne haltlar karıştırıyor diye dedikodu kazanını kaynatmaya başlamıyorlar. Zaten herkes kendi derdinde, ilişkiler pek köklü değil artık. Kızlar oldukça rahat,öyle elini kolunu sallaya sallaya gezip tozuyor sevgilileriyle. Kimseye de hesap vermiyorlar. Boşanmak belki daha kolay. Kendi var oluşunun farkında olan kadınlar artıyor belki. Belki evlilik kurumunu zedelemeden, bir saygı sevgi çerçevesinde birlikteliğe dönüştürenler de var, az da olsa...

Yine de mutlu kadın çok az. Özgür kadın çok az. Düşünen, okuyan, sorgulayan, karar veren, sanatla uğraşan, yaratan kadın çok az... Bu yüzden bunları başaranlar çok değerli. Yaşamak hakkı erkeklere verilmiş, bu dünya sizin denilmiş. Peki erkeklerin elinde dünya ne hale gelmiş durumda bir bakar mısınız? Savaşlar, kıyımlar, açlık ve paranın iktidarı!

Reklamcılık sektörünün bu erkek zihniyetine nasıl da çanak tuttuğunu eklemek gerekir. İçerdiği mesajlar nedeniyle seyrederken ( yani ara sıra rastlantıyla denk geldiğimde) tüylerim diken diken oluyor bu reklâmlardaki mesajlara. Kadın hep mutfakta, temizlikle başı dertte, çocuk bakmakla mükellef, bir de nasıl yetişecekse! erkeğine güzel, alımlı görünmek için kendine bakmak zorunda. Neyse ki, mutfakta, banyoda, kıllarını alırken, yemek yaparken, çocuklarla uğraşırken yardımına yetişecek bir çok ürün var! Bütün sorunları nasıl da çözüverir! Yaşamı nasıl da yoluna koyuverir!

Ya o listeleri alt üst eden şarkılar! Hep aşka muhtaç kadınlar, giden erkeğin arkasından çaresizce ağlayıp duran ya da aşkı bir gecelik yaşayıp, değersizleştiren ilişkilerde vurdum duymaz bir hafifmeşrepliğe övgü ile dolu sözler. ( Eller havaya! ) Yaşamın her alanında, tarih kadar eski bir konu olan, kadın cinselliğinin metalaştırılması konusuna da hiç girmeyelim, bu yazıda.


Oysa günümüzün (çağımızın) tüm alınıp satılabilen değerleriyle, modernleştirdiği kadın, ne de çok uzaktır kendine. Ne kadar allanıp pullansa da gizleyemediği bir ifade edilmemişlikle sınırlanmıştır dünyası. Erkek onun ruhunun gizemlerini çözüp, ona yüreğinin tutkularını, aşkı ve huzuru taşıyacağına üzerine çıkıp, ezmek, egemenliği altında boğmak , kendi yaşamının kölesi durumuna getirmekten kaçınmamaktadır. Varlığını kendisine bağımlı hale getirmekten, kadın ve çocuğun otoritesi olmaktan, gerektiğinde haddini bildirmek! adına kadınına ve çocuğuna şiddet uygulamaktan çekinmemektedir.

İşte böyle birbiri içinde yitip giden yaşamlara dönüşmüş, ekonomik çarkların ve hep yanlış yöne dönen bir saat gibi insanın zararına işleyen bir kapitalist sürecin, kirlenmiş değerlerle dolu köşelerinde, yarınlarının güzel olacağı düşünü bile unutmaya yüz tutmuş yaşamcıklarla dolu çevremiz. En çağdaş geçineninden en aydın kılıklıya kadar, erkeklerimizin hemen hemen hepsinde var olan bir feodalite ile karışmış, bu kadını ikinci plana atma, eve kapatıp, sosyal yaşamdan koparma savaşımı.

Şimdi biraz daha soğumuş bir yürekle dillendirmem gerekirse, kadın-erkek ilişkilerindeki dengeyi kurabilme çabasını, kadının erkeği yenme savaşı olarak değil, el ele birlikte, kafaca, bedence ve yürekçe özgürleşerek yürüyebilme savaşı olarak her alanda kullanılan, sömürülen “insan” için vermek gerekli, diye düşünüyorum.

Sokakta, çarşıda, kalabalıklarda, yağmurda, çamurda, büyük şehirlerin kargaşasında, küçük yerlerin bol meraklı gözlerle fazlaca iç içe geçmiş yaşantılarında, uykuda, uyanışta, evlenirken, boşanırken, tanışma heyecanında, kavuşma çabasında, aşkta ve terk edişte... Beyler lütfen şöylece bir bakın çevrenizdeki kadınlara. Bir düşünün onların yerine. Bir anlayın dertlerini. Bir soruverin hatırlarını, beklentilerini, düşlerini... Ve unutmayın kadınlar da aldatır. Hem de bunu gözünüzün içine baka baka öyle beceriklice yaparlar ki ruhunuz duymaz. Ten değildir aldatan, yürektir çünkü...

Ömür bu gelir geçer... Yoğun trafikten korka korka, el ele tutuşarak, birbirlerine dolanıp sonuna yaklaştıkları yaşamdan memnun, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yaşlı bir çiftten daha güzel ne olabilir ki?

Öneriler:
Okuyunuz :
Gustav Hans Graber- Kadın Psikolojisi /Cem Yayınevi

İzleyiniz :
Mustafa Hakkında Her Şey –Yöneten: Çağan Irmak


Nilüfer ALTUNKAYA
Temmuz 2005 - Eskişehir

yazılarım-II

PARA MI
EDEBİYAT MI?

“Bizi yalnız özgürlük için
Mutluluk için yarattılar”*


Para ve reklâm tuzağındaki edebiyat sorgulamasına paranın ve reklâmın tuzağındaki insan konusundan başlanmalıdır. Kapitalizmin mal-meta olarak belirlediği bunca ürünün çeşitliliğiyle ‘özgürleştirilmiş’ bireylerin var olma çabası, bu düzen içerisinde ne kadar köleleştirildiği ile ilişkili gibidir.

Endüstride, elektronikte, nano teknolojide ve bilişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle bilim, insanlığa hizmet etmek yerine, paraya ve tüketime yönlendirilmektedir.
Bu gelişmişliğe karşın insanlığın temel sorunları olan açlık, yoksulluk gibi konularda bir arpa boyu yol alınamadığı günümüzde sömürü, küreselleşme maskesini takarak, savaş ve işgallerle yoksuldan alıp, zengine vermeye devam etmektedir. İnsanlık doğayı kirlettikçe kendi geleceği ile birlikte mavi gezegenin milyonlarca canlı türünün geleceğini de tehlikeye sokma sürecini hızlandırmaktadır.
Liberal ekonominin kriz çığlıkları dalga dalga yayılırken, üretmeden tüketmeye alıştırılmış ya da iş olanakları yeterince sağlanmamış olan halkımız, yoksulluğuyla yine baş başa bırakılmıştır.
Doğru eğitimi alamayan, var olan eğitim koşullarını zorlayarak okumayı başarsa bile iş bulma şansı çok az olan gençliğin, umutsuzluğa kapılmasını engelleyebilmek mümkün mü?
Mümkün ya da değil, tek sorunumuz, vatandaş, krizin etkilerini tam olarak kavramadan, yerel seçimlerin atlatılması, yapılan bunca yardımın karşılığında seçimlerin, iktidarın zaferiyle sonuçlanabilmesidir.

Yaşadığımız çağa, bu açıdan bakınca, sosyalliğini bilgisayar ortamında gönlünce yaşayan bireylerin, aslında siyasal bir körlük içinde edinilmiş bir çaresizlikle yalnızlaştırıldığını görebiliriz32”.

Aydınımız, sanatçımız, bilim insanlarımız, 80 darbesinin uyuşukluğundan yeni yeni uyanırken ülkemizde siyaset, dalları kesilmiş, doğasına uygun yayılışı engellenmiş, güdük bir ağaca ya da derecikleri kurutulmuş iki kollu bir ırmağa benzetilmiştir.
Elbette bu durumların her biri ayrı bir yazı konusu olacak derinlikte konular olup, birbirine etkileri tarihçilerin, uzmanların çözümlemeleriyle aydınlatılabilecek süreçlerin sonuçlarıdır.

Bu ortamda insan, pratik anlamda yalnızca ‘tüketici’, ‘müşteri’ statüsüne indirgenmiştir. Yoksul ve zengin arasındaki derin uçurum, ne yazık ki hep yoksulun yazgısı olarak benimsetilmiştir. Değerlerimizin, erdemlerimizin o canımın içi gelenek göreneklerimizin yerini bencillik, kendi ‘cemaat’inden olanı kayırmacılık almış, çıkarcılık bir salgın gibi yayılmıştır.

Bütün bunlara bağlı olarak sanat eseri de en genel anlamda bir tüketim nesnesi olarak algılanmakta, öncelikle tüketim gereksinimi yönlendirilerek arz-talep çizgisine uygun kitleler yaratılmaktadır.

Uygarlığın hemen her döneminde sanatın- sanatçının işlevi, nedenselliği tartışılagelmiş, çeşitli akımlar sanatın çizgisine yol göstermiş, tarihsel süreçlerin sosyal yaşamdaki tepkiselliklerine göre bu akımların yayılışı, etkileri artmış ya da azalmıştır. Entelektüel kimlik çeşitli açılımlarla açıklanmaya çalışılmıştır. Dünya tarihinde Robespier’den Voltaire’e, Jean Jacques Rousseau’dan Emile Zola’ya, Hegel den Marks’a bir çok aydın, daha demokratik, daha eşitlikçi bir dünyanın kavgasını vermiştir. Bu anlamda aydın cesareti, toplumsal gelişim uğruna kendi bireysel çıkarından vazgeçmekle eşdeğer olmuştur.
Yakın tarihimizde yaşananları şöyle bir düşünürsek, aydın- sanatçı kimliğinin de bu sınırda netleştiğini görürüz. Mustafa Kemal döneminin devrimsel tutkularla yarattığı bağımsızlık ülküsü, 40’lı yıllardan sonra hemen hemen her yazar çizerin kapısını çalan bir baskı döneminin karanlığıyla boğulmuştur. 80 darbesiyle ‘sol’ , un ufak edilmiş ve ülkemiz Amerika’nın tam anlamıyla güdümüne sokulmuştur.

Geçmiş yılların toplumcu, halkçı, sosyalist gerçekçi edebiyatından söz etmek bir nostalji olarak algılanmaktadır.

İnsanın siyasetten kopuşuyla, sanatın, edebiyatın toplumdan kopuşu arasındaki paralelliğe de dikkat edilmelidir.

Sanatın, insandan, toplumdan uzaklaşmasının bir sonucu olarak, niteliği kısırlaştırılmış, ‘fast food’ tarzı, çabuk tüketilen, kolay pazarlanan yapıtlarla, kitlelerin sanatsal beğeni kültürü, en alt çizgilere doğru çekilmektedir.

Bu soruna, sanatın, sanatçının kime, nasıl ve neden ulaştığına, ulaştırıldığına açıklık getirerek yaklaşılmalı, sorun, sanatçının egemenliği, özgünlüğü ve bağımsızlığı ekseninde değerlendirilmelidir.


Gerçekten de edebiyat parayla boğulmak istenmektedir. İletisini yitirmiş, eğlencelik bir düzeye indirgenmiş, küreselleşmenin her zincirine apolitikliğiyle katkıda bulunması hedeflenmiş bir edebiyattır ki medyanın kucağında gezinmektedir. Satacağından emin olunan kitaplar kitap evi vitrinlerini, market girişlerini süslemektedir. Bu arada adını, reklâmdan ve yayın pazarından sakınan bir çok yazar, şair, okunmadıkça bunalmakta, edebiyat alanlarında yok sayılmakta, ne ‘büyük’ ödüller alabilmekte ne de ‘büyük’ dergilerin ‘altın’ sayfalarında yer alabilmektedir. Bırakın usta, çırak ilişkisinin genç kalemlere kimlik, kişilik kazandırdığı paylaşımları, eleştirmenlerin bile yeni isimlere kapı aralaması çok ender karşılaşılan bir durum olmuştur.

Evet, insanların, toplumların, halkların acılarını, yoksulluklarını, sınırlı özgürlüklerini estetik değerlerden ödün vermeden dillendirerek körlüğü, uyku halini az da olsa aralamak derdinde olmayan, düşündürmek yerine duyarsızlığı, bana ne’ciliği, yapay zevkleri, sanal modaları kısaca anlamsızlığı besleyen bir edebiyat, paranın, reklâmın tuzağına düşmüş demektir.

Pazar ekonomisinde her ürün, tüketicisini bulur, nasıl olsa…



Kendi gerçekliğinden bi’ haber yaşayan ve sayıları ne yazık ki nitelikli okuru defalarca kez katlayan bir okur kitlesine medya olanaklarının sınırsızlığıyla bir çok koldan ulaştırılan popüler edebiyat, şiirden, romana bir çok alanda varlığını sürdürmektedir. Böylece yazarı, yayıncısı ve okuruyla popüler kültürün çiğ beğenisine hiç de azımsanmayacak kişisel çıkarlarla hizmet edilmektedir.

Nitelikli okur nasıl olsa bu saldırganlıktan kendini sakınmayı başaracaktır.
Peki ya diğerleri?

Umutlu olmaktan zarar gelmez. Umutlu olmaya, iyi, güzel ve haklıdan yana yazmaya devam etmeliyiz…



Nilüfer ALTUNKAYA


* Aragon; Elsa’ya Şiirler Çev: Sait Maden

(Afrodisyas'da yayınlandı.)

yazılarım- I

Cesare PAVESE


Yaşamın içindeki yalanlardan arınmak için çocukluğundan kalma acılardan kendine duraklar yapıp, geri dönmeye koşullu bir sürgün olmaktan vazgeçemeyen, tinselliğinden ödünç vermedikleriyle hep biriktiren, anların anı olmalarından duyduğu kederli suskunluğunu dizelerinde mitleştiren şiirin yalnız adamı...
Kendi yolculuklarını geri dönüşle bezeyerek hep daha önceyi arayan, zamanın oyunlarından iç dünyasının dalgalarına gemiler yapıp yakan, babasızlığını yaşadığı toprakların ikliminde dindirmeye çalışan ayrıntılar yazarı...Yaşamın sokaklarında dağılıp hep çıkmak istediği yere çıkamasa da aydınlık bir başlangıca ulaşabilen, insanları fiziksel olarak tasvir etmeden onları kendi dünyalarında yaşatabilen, iç dünyalarına bir göz atışla ışık tutabilen bir yaşam zanaatkârı...
Kuzey İtalya’nın Piemonte’sinin Langhe yöresinde, Torino’ya yerleşmiş bulunan ailesinin her yıl olduğu gibi tatilini geçirmek için geldiği S.Stefano Belbo’da, 9 Eylül 1908’de kız kardeşi Maria’dan sonra, üçü küçük yaşta ölen beş kardeşin sonuncusu olarak doğdu. Torino adliyesinde kâtiplik yapan babası köylü bir aileden, annesi ise zengin bir aileden geliyordu.
1914’te yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak ölüme teslim olan babasının sonsuzluğa göçüşü, yaşamdan ölüm adında gelen ilk darbe oldu. Lisedeki edebiyat öğretmeni Augusto Monti’nin desteğini gördüğü yıllarda, Italio Calvıno’nun anlatımıyla “genç olmanın zevkini çıkarmaktan çok, bundan acı çeken, deneyimsizlikleri, parasızlıkları gereğince tanımlanmış bir topluma ait olmayışları, gelecek tasarılarının yokluğu renksiz ve tatsız bir boşlukta uğulduyor görünen, geceleri yalnız başlarına amaçsız bir biçimde dolaşan şehir gençlerinden” biri olarak yalnızlığını hafiflettiği arkadaşlıklar edindi.
İlk kız arkadaşı olan dansçı bir kızla buluşmak için randevulaştıktan sonra gece yarısına kadar onu beklerken soğuk ve yağmur nedeniyle zatüreye yakalandı.
Yaşamının 1925-1935 yıllarını içeren döneminde, Torino Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirdi. Annesi öldü.(1930) Amerika ve Avrupa Edebiyatından çeviriler yaptığı yoğun bir çalışma temposuna girdi.
Antifaşist siyasal görüşleri nedeniyle öğretim kurumlarında öğretmenlik yapması engellenince geçimini özel dersler vererek ve çeviri yaparak sağladı. Bu bir anlamda faşist baskılardan kurtulmasının bir yoluydu. Kaleminin büyüsünü yabancı dillerde yazılanlara çevirerek, özgün çevirilerle, eleştiri ve yazın alanının diğer dallarındaki bilgilerini derinleştirdi.

1935’te evinde bulunan bir mektup nedeniyle hapse atıldı. Sürgüne gönderilmek üzere hapisten çıkarıldı. Brancaleone Calabro’da geçireceği üç yıllık sürgünlüğü suçunun affedilmesi talebi ile kısaltıldı. 1936’da sürgün yaşamından Torino’ya dönüşünde üniversite yıllarında duygusal olarak bağlandığı ‘kısık (boğuk) sesli kadınının’ başka biriyle evlenmiş olduğunu öğrendi. Bu olay kadınlara karşı duyduğu güvensizliği ve acı veren uzaklığı besleyerek içinde baş edilmesi güç bir kavgaya dönüştürdü. Kadınlar, bir yandan çağırıp bir yandan kaçarak kendini izleten, kendine doğru yönlendirip sonra kabul etmeyip, geri iten, “ölüm gibi acı, kötülük yatağı, aldatıcı, herhangi bir kötülükte bulunmaya hazır” birer yanılgıdır.

Ölümün soluğunu hep ensende duyan, aşkın coşkunluğundan kendini sakınması gereken Pavese, yaşamdaki ayrıntıları ve insanın tinsel hallerini somutlaştırarak, öyküleştirmenin şiirini, şiirleştirmenin öyküsünü yazmak çabasındaydı.

Tuttuğu günlükler yoluyla sanatında ulaşmak istediklerini, yaşamındaki olayların içinde yarattığı izleri, derin bilgisi ve duyarlılığı ile süsleyerek paylaştı kendinden sonrakilerle, zamanın ihanetine yenilmemek için belki de. Sürekli irdeleyen, sorularına yanıt aramak için acı çekerek kendi sözünü oluşturmaya çalışan, en sıradan olaylara bile özgünlük taşıyan bir sorgulayıcıdır, o. Yaşamdan yaşantılar yoluyla içine sinmiş, anı, duyuş ve düşüncelerden kurtulamayan, anlardan akan her sinyali algılayan, başkalarının kolaylıkla yaptığı öylesine çekip gitmek eylemini bir türlü başaramayan, irdelemeden duramayan bir akla ve yüreğe sahip olmalıydı. Dindirilemez bir yalnızlıkla sanki bütün kapılardan geçmiş, tüm yokluklara dokunmuş, aşkın, özlemin, sessizliğin çığlıklarını diğerlerinin algı eşiğinin çok üstünde bir şiddetle duyumsamıştı.

İlk şiiri Güney Denizleri’nde okudukça derinleşen düz yazısal bir biçime giydirilmiş imgelerle sıradan bir yaşam kahramanının algıladıklarını yaşatarak dillendiren Pavese, onun uzak diyarlardan kendi doğup, büyüdüğü çevreye yıllar sonra dönüşüyle, öze dönüşü, geriye (geçmişe) dönüşü simgeleştirmişti. Şiir ve romanlarındaki ana tema/konulardan bir olan bu dönüş Pavese’nin geriye dönüşü olmakla birlikte, o hiçbir zaman yaşamın gizemlerini yakalamış mutlu kişilerin özdenetimine sahip olmayı beceremeyecekti. Daha ilk şiirlerinde yapmak istediklerini gerçekleştirerek “İtalyan düzyazısı kendisine yabancılaşmış bir konuşmaydı, İtalyan şiiri ise acı çeken bir sessizlik” şeklinde yorumladığı İtalyan Edebiyatının öneli yazarlarından biri olacağının işaretini vermişti.
Silahların ve acımasız savaşların dünyasında kırılganlığı artarak, telaşsız bir güvensizlikle doğanın ve insanın ayraçlarında dolaştı.

Gençliğinden itibaren faşizme karşı mücadele etmekle birlikte ancak yaşamının son yıllarında komünist partiye girdi. Şiirlerini,öykülerini ve romanlarını ideolojik söylemlerden uzak tuttu. Hedefsizliği, ölümü (intiharı) arayışı ve yüreğine çöreklenmiş yalnızlığı onu Marksistlerden ayırmak için yeter de artardı bile. Sanat yoluyla değişimin gerçekleşeceğine inanmadı. Ama hiçbir zaman dünyada sürüp giden savaşlara, haksızlıklara karşı duyarsızlığı içine sindiremedi.
Silahlarla kuşatılmış erkeklerin dünyasından, oyun, işve, cilve, yalana dönük ikiyüzlülükle bezeli kadınların acımasızlığından sözcüklerin “ yumuşak, kaygan canlılığı”na sığınmayı seçmişti. Kırların, tepelerin, şenlik ateşlerinin, Po ırmağının, Kuzey İtalya’nın rüzgârlarıyla dolu bir hiçlikte kıvılcımlı yaşam sevdalarıyla parlayıp, sönen köylülerin ve kırsallığın, yani kendisini oluşturan doğa ve çevrenin diyalektiğini anlattı. Kırların özgür yalnızlığı ile kentlerin yaşamsız kılan tutsaklığını, yalnızlık-özgürlük zıtlığıyla ve durgun suda oluşturulmuş dairesel dalgaların iç içeliğiyle uzak ve yakının birbirine dağıldığı, anı ve geri dönüşleri, ölüm- yaşam zıtlığını ve birlikteliğini, sessizlik ve gürültüyü, hüzün veren, inciten bir gitme çabasını, gidememe yazgısını yazdı.

Gençlik yılarında, görünüşte mutlu ve kadınlardan yana şanslı olan bir arkadaşının aşk yüzünden intihar etmesiyle, benliğinde kendine belirgin bir yer açtı intihar düşüncesi.

İlk kez kendisine sevgiyle el uzatmasını sağlayan balerin sevgilisi tarafından da derinliğinin yansımalarını çözümleyemeyerek terk edildiğinde kendinden kopuşa sürüklenerek ölümün karanlığını solumaya başladı. İnsanlar, kadınlar, yaşam, ölüm kadar, yazmayı da irdeleyerek, düşünce gücüyle, duygusal beklentilere kattığı yorumlarıyla kendini arayan bir gezgin gibi sınırlarda dolaştı. Peşindeki ışığın gölgesinde onulmaz bir çabayla intiharı saklayarak...



Ne yazmak istediğini önceden belirleyebilen ve başardığında bununla övünç duyabilen ender yazarlardan biriydi. Biçim- öz denemeleriyle kusursuzluğa ulaşmayı amaçlayarak yazan, dillerin dostluğunda çocukluğunun oyunsuzluğunu avutmaya çalışan başka bir Pavese’dir, yazan Pavese... Yine arkadaşı Italio Calvino’nun anlatımıyla “kendisi için her hareketin, her saatin, bir işlevinin ve bir ürününün olduğu adam olarak, az konuşmasının ve başkalarıyla bir arada olmaktan haz duymasının, eylemleriyle var oluşunun bir savunusu olduğu adam olarak, sinirliliğinin tümüyle bir etkinlik ateşine kapılmış kişinin sinirliliği olduğu, bilgelikle çeşnilendirilmiş az sayıdaki dinlenme ve yürüyüşlerinin çok çalışmasını bilen bir adamın dinlenme ve yürüyüşleri olduğu bir adam olarak kalıyor” olumsuz ve umutsuz olan öteki Pavese’den daha az gerçek olmayan “yapan insan, kitapları yazan insan” olan Pavese...
Bir “mırıldanmayla,sözcüklerin seçimiyle, müziksel vurgunun özgür dizelere” dönüşmesi, insanlığın acı dolu deneyimlerinden, doğanın kederli yürüyüşünün seyrine uzanan, geniş, akıcı dizeler birbirini tamamlamıştır artık. Yaşanması gereken yaşanmış, hep bütünlük kaygısı içinde olan Pavese, söylemek istediklerini söylemiştir artık.

“Kelimelerim gerçekten düşünceleri değil, sadece heyecanları dile getirdi. Dramatik olaylar değil, tablolar çizdim. Bir konu- söz gelimi bir yüz- seçip, bunu kendi beğenime göre değiştirinceye kadar, üzerinde duruyordum. Dünyayı şiddet ya da zevk eylemlerinden meydana gelen bayağı bir sergi durumuna indirgiyordum. Bu sayfalarda hayatın kendisi değil, sahnelenişi var. Her şeye yeniden başlamak gerek.” diyecek kadar, yenilikçi ve bitirmeyi değil, başlamayı seçen birinin, “toplama yanlışı yaptığı için doğru sonucu bir türlü bulamadığı” bir sorudur yaşam. “Hem kim yaşamın tatlı bir şey olduğunu söylemişti ki?”

“Manevi bakımdan böyle bir çöküntüye düşünce, maddi (yani fiziksel) çöküntünün de gerektiğini” düşünen, “ne zaman bir güçlükle ya da acıyla karşılaşsa hep intiharı düşünmeye yargılı”, “ temel ilkem intihar, gerçekleştirmediğim, hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim ama düşüncesi duyarlığımı okşayan intihar” diyen ve “kendini beğenmişlik değil, alçakgönüllülük isteyen” intiharını, “artık yazmayacağım” şeklinde özetleyen bir yaşama uğraşçısının intiharında ölüm mü kazanmıştır yaksa yaşam mı?

Sanatını, yüreğinde, usunda dalgalanan düş ve düşünceleri ile yine yazarak paylaşmayı seçtiği, son derece bilinçli ve düzenli tutulmuş günlüğü, kendisi yoluyla insanlığı aradığı nitelikli görüşleriyle onu bize anlatan bir belge niteliğindedir.

Bu günlük dışında, kim bilir neler yazmış olduğu kağıtlarını yok edip, uyku hapı alarak, bir otel odasının yalnızlığında sonsuz dinlenişe açtı kapılarını.
Onun Torino’su, Belbo’su, rüzgârlarıyla mısır tarlalarının, kırların, insan duyularının, nehirlerin, aşkların dolaşıp, taştığı köyleri, onun umutsuzluğunu kıyılara itilmişliğini, yaşamsız bırakılmışlığını besleyen kadınları, yaşadığı sürgünleri, tasasız bir bekleyişle dolu geri dönüşleri sonsuzluğa uzanan bir yolculuğun bitişi gibidir.

İtalya’nın en büyük edebiyat ödülünü kazandıktan sonra belki bu kez ölmek için olduğunu bilerek, son bir kez yaşadığı çevreye Torino’ya dönüp, yaşamla ölüm arasındaki o saydam perdeyi aralarken artık söyleyeceklerini söylemiş olmanın huzurunu sonunda duyumsamış mıydı?
Ölümünü haykıran gazete sütunlarında, üzerinde giysileriyle durduğu yatakta, ölümüne tanık olmanın utancıyla gölgelenen odadaki eşyalarda, ondan bize kalan bir sorunun yanıtını mı bırakmıştı sessizce?
“Yazarlığının el işçisi, arkadaşı marangoz Nuto’ yu” bulup, Pavese ile dolu dünyasını seyrederken, “Neredeyse Pacese’nin bir bölümünün yaşadığı ya da Nuto’nun bir yanının intihar ettiği söylenebilir.” Diyen Tezer Özlü’nün yaptığı gibi onun yaşadığı yerlere doğru, yaşamın kıyılarına doğru yolculuk yapabilir miyiz. “Ne biriktirdim?” diye sorarak...



Nilüfer ALTUNKAYA

Bu yazı için
Cesare Pavese’nin Şiirlerinde İşlenen Temalar- Doç. Dr. Ziya Ermumcu
Pavese-Bütün Şiirlerinden Seçmeler.Çev. Kemal Atakay
Ve Pavese’nin yapıtlarından yararlanılmıştır.
İtalik yazılmış kısımlar yazarın Yaşama Uğraşı adlı günlüğünden, mektuplarından alınmıştır.

(Berfin Bahar'da yayınlandı.)