SU ÇİÇEĞİNDEN YAZILAR- IV
/Sana şehri dolaştırdım bu gün. Işıltılar içinde yağmursuz, sevinçli. Fransızca şarkılar akıyordu, yalanlarımızın içinden. Yaşadığım şehrin ortasından geçen nehrin durgunluğuna baktı. Çok eskilerden akan bir yüzün vardı. Çok uzaklardan seslenen ellerin.
Yalnızlık benim sonsuzluğum, dedim. Güldün.
Kendimi sana yakınlaştırmaya ara verdikçe, okumaya devam ettim Vüs’at O. Bener’i.
Ödünç mutluluklarla avun hiç değilse, dedin. Bensizliğe alış, demek istedin yani.
Bu kadar sık arama beni, dedin. Bu kadar çok mektup yazma. Yüreğimde uykuya bıraktım seni, demekti bu. Yani özenli bir dokunuşla ürpermek acıtır seni, demek istedin.
Yağmur su çiçeğinin saçlarında ellerinin izdüşümüdür.
Anlarımız, lacivert bir yansımasıdır yaşamın.
Tek bir insan kalsa şu başıbozuk dünyada, insanlığın kurtuluşu yazmak olacaktır.
Yanımda olduğun ve sustuğun anlardakinden daha çok acımıyor canım yokluğunda .
Payıma düşen bu olsun. /
-Vüs’at O. Bener anısına saygıyla-
(Romanları:Buzul Çağının Virüsü, Bay Muannit Sahtegi’nin Notları)
Buzul Çağı’nın Virüsü; bir aydının bunalımlı iç sesiyle yaşamındaki aşkı, işi, siyasi görüşleri ve arkadaşlık ilişkilerini dolaylı- dolaysız aktarımlarla anlatan bir roman. Romanın baş kişisi Osman Yaylagülü üst düzey bir memur olup, okumayı, yazmayı seven bir kişidir. Evlilik dışı bir ilişkinin aşk kılığında süregelen gel-gitlerinde, kasaba yaşantısının ağır akan yaşamında, bunaltıcı ilişkiler ekseninde, anlaşılmazlığın sınırlarında kendine kendini anlatan bir iç sestir adeta. Dilin imgesel yoğunluğu, sözcük oyunlarıyla simgesel anlatımlara dönüşürken anlaşılırlık azalır. Bu atlamalarla düğüm düğüm akan kurgu, bilmeceler sunarak yakalar okuru. Zaman, yaşamda da anımsamalarla, yaşanan anın iç içeliği değil midir? Ve bu iç içelikte mutlak olan belirsizlik değil midir? Bu belirsizliğin içini, duyguyu, düşünceyi, algıyı, kişinin gerçek ve algısal yalnızlığını, bu yalnızlıktan yine kendine uzanışını koyarak doldurmaya çalışmak bilgece bir cesaret ister elbette.
Zamansal kurgunun atlamalarla dağıtılmış olmasına karşın, böylesine dolaylı aktarılan olayların kahramanı yanı başınızda yürümüş gibidir. Osman Yaylagülü, size kendi sırlarını anlatmış, insanlığınızın komik yanlarını acınası bir gülümseyiş gibi sunmuştur.
“ Romanın ekseni saydığımız ya da sayabileceğimiz Topal Osman, somutlaştırılmaya çalışılmış, ama galiba bir kavram..
…Kuşku duyarlılığı, kuşku aklı sentezi diyebileceğimiz Osman’ın karşısında bunların tam ortasında bir Faik Deniz var...
…Bana kalırsa Topal Osman ekseni asıl Faik Deniz’e büyük bir yük yüklemektedir. Daha doğrusu romanın asıl varmaya çabaladığı nokta, istenç Faik Deniz olsa gerek. ..
...İşin özünde bir Batı düşünce yapısı, bir Osmanlı düşünce yapısı bulanıklığı, karmaşası var.
…Bu kitap bir öykü değil. Bu kitap bir şey anlatmıyor. Bu kitabın anlattığı şeyler çok kaygan, gölgeli…” Vüs’at O. Bener (Cumhuriyet-Kitap Eki- sayı 816) (Bu ifadeleri yazar, Bir Tuhaf Yalvaç’ taki bir söyleşisinde kullanmıştır.)
Osman Yaylagülü, Faik Deniz ve Kemal üç yakın arkadaştır. Faik, kahraman olarak belirsizliklerle çizilmiş olsa da en sessiz uyuşmazlığın yoğunluğuyla yaşamını sonlandırmış olması ve Nazım’ı seven, şiir meraklısı bu can dostun Osman’a bıraktığı mektupta “Canın çok yanacak biliyorum.” demesi oldukça dokunaklıdır.
Yazarın kendi ifadesiyle romanın ulaşmaya çalıştığı kişinin Faik Deniz olduğu gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Ama Faik Deniz tüm kişilerden daha az somutlaşıyor, okuyucuda.
Sonunda Faik Deniz, Osman’ın sesiyle sormak istediği soruyu sormuş olmanın iç huzuruyla dönüp dolaşıp aşkı, dostluğu, yaşamdaki tuhaf denebilecek rastlantıları, algının sevecenliğine adanmış kıpırtıları avucunuza sessizce bırakmış, gecenin kıyısından kayıp gitmiştir sanki…
Monologlar, romanı bir edebi şölene çeviren akılcı, çok çağrışımlı dramatik göndermelerle doludur. Özgün sözcükler, gülümseten ironiler, yarım cümleler, imge yoğunluğuyla sarmal bir kurgu içinde yoğunlaştırarak sorular sormayı başarır.
“İşlevlerimizi tam özümseyememek alışkanlığa yatkınlığın kanıtı değil mi?”
“Ben neyin tutsağıyım bilmiyorum, oynarken oynadığımı ayrımsıyorum desem, hayli aşırı kaçacak, yaşadığımı ayrımsayamıyorum desem, kendime bile inandırıcı gelmiyor.”
“Seni seviyorum. Yanlış anlama. Çok fazlanı değil, sen eksiğini.”
“Kendimle sevişmiş gibiyim.”
“Dağıldım gene özetlenebilecek gibi değil.”
“Yorgunluğun, bıkmanın da kendine özgü tadı, kokusu vardır. Yaşayamamak da yaşamaktır.”
“Kanayan tutkularında neyi parçalasan, içinde ben varım, dahası ruh göçüne uğrayarak ben olacağım.”
“Sen hep yanılgı ve yenilgilerinden oluştuğun için yaşayabilensin.”
“Biliyorum yanlıştı sana gelmem. Kalan yanlışlıklar değil midir zaten?” (Buzul Çağının Virüsü)
Bu derece kalıpları zorlayan romanımızın en özgün yapıtlarından biri olan Buzul Çağının Virüsü için söylenebilecekler elbette bunlarla sınırlı olamaz. Ama biraz da yıllar sonra kaleme alınmış Bay Muannit Sahtegi’nin Notları’na değinmek istiyorum.
Roman, bir yazarın molologları, içsel-dışsal çatışmaları, yaşlılığın getirdiği, götürdüğü güncel yaşantı biçimleri ve anılar silsilesinin düzenli zamansal ritimlerle yansımaları ekseninde akar. Bay Muannit Sahtegi, iç sıkıntısıyla yaşayan ve bu iğretilikle notlar yazan yine kötümser, uzak ve sevgisiz bir kahramandır. Somut- soyut akışını kişilerin yaşantısına katılışındaki açılıp kapanmış, bazısı açık kalmış parantezlerle sunar. Biraz farklıdır burada durum. Artık bir eş ölümü, geçen yıllar, kimi yaşanmış, kimi okunmuş anılar, ayrılıklar, kavuşmalar, iyimserlik, kötümserlik bir de akan güncel yaşama karşı soğuk tutumlar, çakışan düzlemlerle aktarılır.
Düpedüz, sözcüklerin edilginliğini kıpırdatan, açmazlık içinde bırakılmış düşüncelerin bu yolla tozunu almak isteyen, yüreğini yalnızlığını yalın bir uzaklıktan sunan bir ironi ustası kafamızı karıştırmak istemektedir.
Bu notlara düşülen tarihler zamanın akışının yani yaşanılmakta olanın bir kanıtı mıdır yoksa Sahtegi’nin bir oyunu mudur?
“Doğru günahlardır yaşamaya değen.”
“Anlatımızı, galiba ağlatımızı abartarak dillendirelim hele.”
“Ne çok ayrıntı yaşamın canına okuyor.” (Bay Muannit Sahtegi’nin Notları)
Kaskatı bir yalnızlıktan sızan bir günce demek haksızlık olur, bu düşünsel, dilsel açılımların yumuşacık aktığı notlara. Aynı zamanda yazılış sürecini de anlatan bir çok katmanlılık, iç içe, geriye ve yaşanılan ana dönüşümlerle kurgulanmış izlencesel yanı da dikkât çeken bir romandır. Belirsizliklerle çizilen sınırlar anlarla sunulan donuklaşmış bir yaşantı. Belki de sunulmak yerine çaresizlikle yazılarak kurtulmak istenen.
Fatoş, “sevmek, kul köle, zil zurna aşık olmak isteyip, öğüt dinlemek, hırpalanmak yazgısına” ara vererek gidince, “dönecek, perişan dönecek hem de hiç kuşkum yok. Peki ne demeye bu çapraşık birliktelik zincirini kırıp atamıyoruz? İkimiz de ödlek, zayıf insanlarız. Birden bire çökmedim, çekerek bugünlere geldim, hiç kimseyi, hele oncağızı suçlamaya kalkışmamalıyım.” diyerek bir iç hesaplaşmayla yorumlamaya çalışır Fatoş’un gidişini ve geride kalışı Bay Muannit Sahtegi.
Kimsesizlik içinde buruk bir yalnızlıkla yaşamın getirdiği tüm soyut-somut sıkıntılarla baş etmeye çalışan bir bilgeliği de vardır.
Onun varsayımlarıyla sığındığımız özgelik kendi tutarlılığıyla yol alır. Ne dediğini bilen birinin anlaşılmazlığını giyinir sözcükler. Dalgalar çekilince ıslak kumlarda ayak izleri görülür Bay Sahtegi’nin.
“Neyi, nasıl, niçin kurtarmak? Neden bunca korkmak yıkılmaktan, yok olmaktan. Canlılık rastlantısal oluşumu geciktirebilir avuntusuna sığınmayacağım, tek koşullu güvencem, gücüm bu.”
“Sonra bırakma, salma kendini, yaz ince eleyip sık dokumadan, kim ne derse desin.”
“Zaman eğrisi benimle birlikte, bana bağımlı, ne denli kendiliğinden çizildiyse, ben zamanı yitirinceye dek, onun ona yükseltilen aracısı olmayı benimseme alçak gönüllüğüne o denli katlanmış görüneceğim.”
“Dolaşık aman vermez biçem oyunlarını bozmaya, anlaşılırlığa yöneldiğimi kanıtlamaya çabaladığımdan bu yana övgüler almaya başladım.”
“Çocuk! Ben daha senin çağlarında akıntıya kürek çektiğimin ayırımındaydım, var kıyas eyle imdi nasılım?”
“Bir kış daha dayanmalıyım. Altmış beş yaşımı doldurabilirsem ikinci emekliliğimi kimse yadırgamaz sanırım artık. Ölümü beklerim, sessiz sedasız köşemde. Yollarda yığılıp, kalıverecekmişim gibi geliyor bana. Gözlerimin altı torbalandı. Ölüm nasıl beklenir? Param yeterse rakı içerek, gece gündüz birbirine karışır. Aragon’du yanılmıyorsam bu yöntemi benimseyen. Ben de ne Aragon’um ya. Alkışlarla alkışlarla geçivermedi hayat.”
Rakı içerek, geceyi, gündüzü birbirine karıştırarak, kurtuluşu olmayan bir anlatmak kaygısını yitirmemek adına yazarak, bir iç yangınını seyrederek geçer günler…
Yaşama bu kadar yakından bakmak mı yorar bizi? Biraz uzaklaşmak gerekirse Bay Muannit Sahtegi çağırır; kuşatılmışlığına, özgürlüğüne tüm suskunlukların, dile gelmemişliklerin, sonrasızlıkların insanı eriten aldırışsızlığına…Bir bölünmedir insan kendinde. İkiliği, varolanı ve olmayanı yani çelişkiyi taşır hep beraberinde. Çözülmezliğin anahtarıdır. Kendinde gizler şifreyi ve kilitli kalır çoğu zaman kapılar.
Öyleyse, kimlikler kimse, kişiler birer kimlik midir? İsimler etiket, meslekler yazgı mıdır?
/Ve aşk… Bu benim yanılgım.
Gönüllü yitik sevdanı baş ucumda bırakıp günün başıbozuk düşlerine kaskatı bir boşluktan uzanarak yaşanılanları yaşanılmamış kılmak. Suların sızılı, yargılı, erken vazgeçmiş damlarından susuzluğu tanımlamak...Zamanın durgunluğunda açayazmış en umutsuz suçiçeğinin yazgısıdır olsa olsa…
Sesini mavi sonsuzluğuna salmış her yazara ölmedin demek de bu yazgının gereğidir./
Nilüfer ALTUNKAYA
2007-2008
HeceÖykü sayı: 38
14 Mayıs 2010 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder