Benim Hâlâ Ütopyam Var
Cennetten ayrılış…
“İnsan nimete kavuştuğu ya da yüksek bir makama ulaştığı zaman ilk arzusu burada devamlı kalmaktı. Devamlılık arzusunda en haklı kişi Âdem (a.s.) olmalıydı. Çünkü cennet’teydi. Haklı olarak Âdem (a.s.) bu arzuyu duydu. Şeytan da onu bu noktadan vurdu.
Nihayet şeytan onu fitledi;
- Ey Âdem sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir devleti göstereyim mi?(Taha 20/120)
- Rabbınızın sizi bu ağaçtan men etmesi, melek olmanız ya da burada temelli kalmanızı önlemek içindir.
- Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine de (yalan yere) yemin etti.
Şeytan;
- Böylece onların yanılmalarını sağladı. (el-A’raf 7/20-22)
- Âdem (a.s.) ve eşi; melek olma veya cennette ebedî ihtimallerini duyunca Şeytan’ın kendilerine düşman olduğunu unuttular. Ağaca yaklaşma emrinde sabırsızlık ettiler. (Taha 20/115) Ağaçtan yediler.
- Ağaçtan meyve tadınca; ayıp yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamağa başladılar. Âdem rabbına karşı geldi de şaşıp kaldı. (Taha 20/121)
…Cennette başlayan insan hayatının ilk bölümü sona erdi. Âdem (a.s.) ile eşinin sebep olduğu olay; insana cennet öncesi dünya hayatını mecburi kıldı.”[i][1]
Kutsal kitaplarda anlatılan ilk günah ve cennetten kovuluş miti, şeytana yenilen ‘insan’ın cezalandırılması ve yeryüzüne indirilmesi ile sonuçlanır.
“ Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.” (el A’raf 7/24-25) [2]
Kaybedilen bu cennete kavuşmak insanlığın en büyük özlemi olmuştur. Altınçağ söylenceleri, Avustralya yerlilerinin (Aborjinlerin) Hayal Zamanı, Çinlilerin Taocu Mükemmel Erdem Çağı ve Dante’nin İlahi Komedyası bu özlemi dillendirir. Batılı düşünmede Yahudi Mesih düşüncesinden beslenen Hıristiyan binyıl inancı cennete kavuşma özleminin bir yansımasıdır. Mesih’in gelişi ile çekilen acılar sona erecek, barış, bolluk ve erdem çağı başlayacaktır. Böylece binyıl inancı ile ‘inananlar’ ödüllendirilecek ve gelecekte bir gün sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır.
Altınçağ, insanoğlunun yeryüzünde yaşadığı son mutlu çağdır. Bu dönem, derebeylik öncesi, sınıfların doğmamış olduğu, insanların tarım ya da hayvancılıkla uğraşarak gereksinimlerini doğadan doğrudan karşıladığı, kimsenin kimseye üstün olmadığı bir dönemdir. Yoksulluk ve varsıllık yoktur. Suç olmadığı gibi ceza da yoktur.
İnsanın doğanın bir parçası olarak doğal yaşantısında mutsuz olmadan yaşadığı bu Altınçağ sonrasında özel mülkiyet ile birlikte eşitsizlikler de başlamıştır. Bu bolluk içinde yaşanan ‘devlet’siz düzende köleler yoktu. “Yoksulluğu baskıyla kontrol altında tutacak ‘devlet’ ilkçağın köleci devletleriyle kurumsallaşmıştır.” [3]
Eşitlik ve özgürlük içinde yaşanabilecek bir toplum yaşamı olanaksızlaştıkça insan doğayla olan savaşını kazanmak pahasına kendisiyle olan savaşını kaybetmeye başlamıştır.
İnsanlığın binyıllardır Eden Bahçelerindeki (Tevrat’ta geçen cennet bahçeleri) gibi mutlu yaşabilecekleri bir cennet özlemi olsa da yeryüzünde buna uygun bir toplumsal yaşam kurulamamıştır.
Böylece mutlak mutluluk yeryüzünde yakalanamayarak ‘öteki’ dünyaya ertelenmiş, kutsal kitaplarda geçen cennete, bu dünyadaki haksızlıkların hesabının sorulabileceği ve yaşanabileceği bir yaşam sonrası cennete bırakılmıştır.
Bütün bu cennetlerde geçen yiyecek, içecek gibi besin gereksinimlerinin karşılanmasındaki bolluk ve bunlara ulaşmadaki zahmetsiz eşitlik dikkat çekicidir. Öyleyse bedensel gereksinmelerin ‘zahmetsiz’ ve ‘eşitlik içinde’ karşılanması tüm cennetlerde varolan bir olgudur.
Toplumsal yaşam insanın, doğanın ona zaten sunduğu mutluluğuna engeller koydukça ‘insanın mutluluk içinde yaşayabileceği toplum, nasıl bir toplumdur?’ sorusuna yanıtlar aranmaya da başlanmıştır.
Yeryüzü cennetleri tasarlamanın tarihi çeşitli kültürlerde farklı zamanlara uzansa da esas itibariyle ‘ideal kent’ tasarımı ile en iyi devletin nasıl kurulabileceğini araştıran Platon başlangıç kabul edilir. “Bu yüzden T. Olson; Ütopya bir tür olarak Yunan kültür toprağı üzerinde yükselir; başka hiçbir yerde de yükselemezdi.” der. Bu tespitle bağlantılı olarak ütopyacı gelenekte Platon’un büyük öneminin kabulü vardır. Öyle ki Platon’u ütopyacı olarak görelim ya da görmeyelim o “türün atasıdır.” Ve “daha sonraki ütopyalara yön veren temeli kurmuştur.” [4]
“Ütopya; düşte ve düşüncede kurulmuş eşitlikçi, doğru, mutlu ve güzel bir toplum düzenidir. …İnsanoğlu en iyi saydığını kendi yaşam sürecinde yaratamazsa bile gönlünden geçeni umut, düşünce ve inanç dünyasında kuruyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan ülküler, bu dünyanın vermediğini vermesi beklenen ölüm ötesi cennetler buna örnektir.
Ütopya ise yeryüzünde süre giden koşullardan insan bilinci ve emeği ile yaratılmış erinç toplumunun düşüncede kurulmasıdır.” [5]
Devlet deyince…
Platon’u ‘bir kenti değil, refah içinde bir kenti ’, ‘doğruluk ve eğrilik’ kavramlarından yola çıkarak kurgulamaya iten neden, Hesiodos’a “Bu çağ daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?” dedirten bir çağda erdemli bir toplum kurmak düşüncesi miydi?
İdeal kent tasarımıyla, ideal toplum düşüncesine geçiş bir yeryüzü cenneti tasarlamanın ilk adımlarıydı. “İnsanda doğruluk nedir?” sorusuyla başlayarak birey ve toplum için doğruluk içinde yaşanılacak bir kent kurmayı amaçlayan Platon’un Atina’ya karşılık Sparta (Isparta) düzenini –özellikle aristokrat kökenli askerler düzeni açısından- örnek aldığı düşüncesi yaygındır.
Genel olarak ütopyalarda bu kentlerin karakteristik özellikleri farklılıklar gösterse de ideal kentin sistematik bir biçimde örgütlenmesi çok önemlidir.
Platon, devletin kuruluşunu nedensel olarak insanın tek başına kendisine yetememesine ve karşılanması gereken birçok gereksinimi olmasına bağlar. Gereksinimlerin karşılanması için kurulmuş bir kent… Başka işlerle uğraşmaksızın tek bir işle uğraşan dülgerler, çilingirler, dokumacılar, ayakkabıcılar, çiftçiler… Ama en önemlisi “işleri büyük ustalık ve dikkat isteyen” savaşçılar… Bu savaşçı; “Kentte iyi bekçilik edecek olan adam, yaradılışı bakımından filozof, coşkun ruhlu, çevik güçlü olmalı…”[6]
Platon’un insanların ortaklaşa yaşamalarını mutluluk sağlayacak şekilde düzenlemesi gereken ‘devlet’i üç ayrı kısımdan oluşacak şekilde kurulmuştur. (Platon’un insan ruhunu da üç ayrı bölüme ayırdığını anımsayalım.) Bu devlette “ruhtaki itkilere karşılık olan besleyenler takımı, iradeye karşılık olan koruyanlar takımı, akla karşılık olan öğretenler takımı”[7] vardır. “İştahlarında doğan bir kaygı ile günlük gereksinimlerinin ardından koşan yurttaşların büyük çoğunluğu topluluk hayatının maddi temellerini sağlar; koruyucular, dışarıya karşı düşmana savunma ile; içeriye karşı da kanunların yürütülmesini sağlamakla devletin varlığını korurlar; yöneticiler ilkeleri bulup belirtirler. Bütün devletin olgunluğunu da ona erdemler sağlarlar; bunlar da; Bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalettir.”[8]
Yurttaşların ‘erdemli’ yaşayışlarını engelleyecek ya da ‘kusursuz’ işleyen düzenini aksamasına yok açabilecek aykırılıklara göz yumulmaz. Hesiodos ve Homeros’un şiir ve destanlarında anlattıkları çocuk ve gençlerin ereğe uygun bir şekilde yetiştirilmesi açısından zararlıdır. Ve Platon’un aktarımıyla sorar Sokrates; “Peki yalnızca şairleri gözaltında tutup şiirlerinde iyi huyları betimlemeye mi, yoksa hiç şiir yazmamaya mı zorlamalıyız? Öbür sanatçıları da gözaltında tutup onların kötü huyları, dizginsizliği, alçaklığı, uygunsuzluğu ya canlıların betimlenmesinde, ya yapılarda yahut da başka bir sanat yapıtında göstermelerine engel olmamalı mıyız?”[9]
Platon’a göre gençlere ‘ölçülülüğü’ öğretmek için şiir ve sanat uygun değildir. Çünkü
“ölçülü, akıllı olmanın yolu egemenlere baş eğmek; içki, aşk ve yemek gibi hazlarla da kendi nefsine hâkim olmaktır.”
“Tanrılardan kötülük gelmesine olanak yoktur” diye düşünen Platon; “kutsal bir varlık gibi önünde secde ederdik” dediği şairi kentine sokmaz… “Başına kokular sürdükten, yün şeritlerden bir taç koyduktan sonra onu başka bir kente gönderir.” [10]
Platon’un devletinde yöneticilerle savaşçılara özel mülkiyet yasaktır. Kadınları, çocukları ve malları ortaktır. Platon, bunu devletin işleyişinde aksaklıklar olmaması adına zorunlu görür.
Çünkü; “toprağa, evlere, paraya sahip olurlarsa, bekçiyken ev sahibi ve çiftçiye, öbür yurttaşların dostlarıyken düşmanlarına ve zalim efendilere dönüşürler.”[11]
“Kimlerin yöneteceğini, kimlerin yönetileceğini” saptamak gibi bir sorunu çözerken “yaşlıların yönetmesi, gençlerin de yönetilmesi” gerektiğini vurgular.
Platon’a göre Tanrı insanları yaratırken önder olmaları için yarattıklarına doğdukları zaman altın katmıştır, bu onları en değerli yapar. Yardımcılara gümüş, çiftçilere ve diğer zanaatkârlara da demir ve tunç katmıştır. Öyleyse; sınıflar ve ayrıcalıklar doğuştandır ve kaçınılmazdır. Ayrıca devletin başına geçecek olan kişiler, edebiyat, musikî (izin verilen seslerle) ve matematikle eğitilmeli sonra da felsefe ile uğraşmalıdır. Böylece ‘seçkin’ bir yönetici sınıf oluşturulur. Çoğunluğu oluşturan ve ‘para’ ile ilişki içindeki geniş kitleler, bu seçkin yönetici sınıfın egemenliği altında yaşayan yurttaşlardır. Para ile ilişkili olmak, “zekâ bakımından değerli olmayan, bedenleri ağır işlere uygun, iş güçlerini satan” sınıflar için gereklidir. Yöneticiler ve savaşçılar dışındaki çoğunluğu değersiz gören bu devlet oligarşik ve totaliterdir.
“Devlet adamlarının ‘gerektiğinde’ (belki de çoğunluğu daha iyi yönetebilmek adına N.A.) insanların yararına yalana ve düzene başvurabilirler… Bu tür yalanları da birer ilaç gibi yararlı sayarlar. Böylece ütopyaların tarihini yazan ünlü Amerikalı eleştirmen Lewis Mumford’un dediği gibi, hiç kimse başkaldırmasın diye, bu erdemli yöneticiler “Platonik bir Pentagon içinde bir CIA oluştururlar aslında.” [12]
“İyi yaşama dair antik görüşler, eski toplumun kaçınılmaz sınırları olarak gözüken hatlarda çevrelenmişti. Bunlar arasında eşitsizlik ve hiyerarşi ihtiyaçları vardı. Lewis Mumford’un dediği gibi “ütopyayı kölelikten, sınıf egemenliğinden ve savaştan arındırmak yerine evliliği ve özel mülkiyeti kaldırmak Yunan ütopyacılarına daha kolay geliyordu.”
…Platon’un Devlet’indeki en radikal görüşte bile sınırlar bellidir. Aristoteles, Platon’un yurttaşlardan oluşan gövdenin hemen hemen hepsini oluşturan yönetici olmayan yurttaş kitlesi –başka deyişle çiftçiler ve zanaatkârların oluşturduğu üçüncü sınıf- konusunda bizi neredeyse hiç aydınlatmadığından yakınır… Aristoteles’e göre Platon “bir insan heyetini devletin kalıcı yöneticileri” yaparak iktidardan uzak tutulan bu büyük çoğunluk arasında “hoşnutsuzluk ve anlaşmazlık” körükleyecek bir sistem kurmaktadır.”[13]
Ve Ütopya…
Thomas More, (1478-1535) “ütopya sözcüğünü Yunanca yer anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen “eu” ve yok anlamına gelen “ou” takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirerek türetmiştir.” [14] Böylece sözcük “olmayan yer” ile “iyi yer” anlamını taşıyan bir ironi içermiştir. Thomas More, ütopya yapıtı ile hem düşte, düşüncede kurulmuş imgelem ürünü bir ‘ideal ’ toplum düzeni tasarladı hem de bu eseriyle edebî, siyasî ve felsefî bağlamları olan bir kavram oluşmasına öncülük etti.
Thomas More, bir Rönesans hümanistidir. Çok yanlı kişiliği, olaylarla dolu yaşamı ve birçok açıdan tartışılagelen idamı ile tarihin unutulmaz isimlerinden biri olmuştur. 16 yy. İngiltere sinde yaşanan yoksulluk, kargaşa ve haksızlıklara birebir tanık olduğu için bütün bunların yaşanmayacağı, insanların ‘hep beraber’ mutlu oldukları bir ‘hiçbir yer’ tasarladı. Bugün onu ölümsüz kılan bu ütopyasıdır.
Ütopya, Raphael Hythloday adlı bir gemici tarafından görülmüş bir adadır. Bu gemici ile yazar arasındaki diyalogda (1. Bölüm) genelde tüm modern yaşantılar, özelde İngiltere yasalar ve uygulamaları bakımından kıyasıya eleştirilir.
“Korkarım İngiltere’nin daha çok çekeceği var bu yürekler acısı yoksulluklar yüzünden” der Raphael Hythloday; “Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pençesine bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor. Büyüyüp suç işledikleri zaman… ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.” [15]
Bir yargıç olan More, idam cezasına özellikle hırsızlığın idamla cezalandırılmasına karşıdır. Çalana ve öldürene aynı cezanın verilmesini haksızlık olarak görür. Hırsızı yaratan zaten toplumdur.
Raphael Hythloday ile yazar arasında geçen diyaloğun dikkat çekici bir diğer noktası da kralın hizmetinde çalışmak konusudur. O yıllarda ne kadar dirense de Thomas More, VIII. Henry’nin hizmetine girmek durumunda kalmıştır. Bu konuda kendi düşüncelerini Raphael Hythloday ’ye söyletmeyi seçer gibidir. Devlet işlerinde çalışmak, çıkarcı, bağnaz dalkavuklarla uğraşmak ve dürüst olduğun sürece hain damgası yemek demektir. More, bu konularda öylesine alçakgönüllü ve öylesine gerçekçidir ki çok yüksek mevkilere gelmiş olsa da bu statülerin büyüsüne kapılmaz. Kralla olan ilişkisi adına gururlanan damadına krala yönelik olarak şöyle yanıt vermiştir:
“Kellem sayesinde Fransa’da bir kaleyi (savaşa gönderme yaparak) ele geçireceğini bilse kellemin uçacağından hiç kuşkun olmasın.” [16]
Bu sözleri bir bakıma yazgısıyla ilgili bir öngörü gibidir. VIII. Henry karısından boşanıp, başkasıyla yeniden evlenmek istediğinde onaylamayan Roma’ya karşı Katolik kilisesinden bağımsız, kendisine bağlı bir İngiltere kilisesi kurmak istedi. Thomas More, bunu onaylamaz görününce ve düşüncesini sözle ifade etmediği için cezalandırılmasını gerektiren bir şey yapmamış olduğu konusunda direnerek geri adım atmayınca, ihanetle suçlandı. İdam edildikten sonra kesik başı Londra köprüsünde bir kazığa çakılarak halka gösterildi.
“R.W. Chambers’e göre, o yalnız kutsal Katolik kilisesinin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü. Karl Kautsty’e göre de More, bir kralın aklına esti diye inançlarından vazgeçmeye yanaşmayıp idam sehpasına çıkmakla, kişiliğinin yüceliğini kanıtladı.”[17]
Ütopya ile More öylesine iyimser ve insancıl bir toplum tasarladı ki ütopya sözcüğü gerçeklikle bağdaşmaz görünen düşsel, düşüncede kalan gibi olumsuz anlamlar da kazandı.
Oysa Raphael Hythloday’ye göre yapılması gereken şeyler o kadar nettir ki; bunlar yapılırsa, ‘iyilik ve mutluluk ülkesi’ insanın isteği, özverisi ve çabasıyla gerçekleştirilebilir.
“Kendi yurdunuz içinde doğrulukla yaşayın ve yaşatın, devletin giderlerini gelirleriyle denkleştirin, kötülük kaynaklarını kurutun, saçma ve barbarca bir düzenin öldürmeye ve ölmeye sürüklediği mutsuzlara karşı işkence arayacak yerde, kötülüğü daha tohumdayken önleyecek, yok edecek insanca kurumlar yaratın.”[18]
Ütopya’da insanları mutluluğa ulaştırmanın en önemli yolu olarak ‘eşitlik’ ilkesinin uygulanması gerektiği vurgulanır. Bunun da tek yolu özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Thomas More’un bu görüşe Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden ve manastır yaşantısından esinlenerek vardığına dair görüş birliği vardır.
“Kilisenin başlangıçtaki eşitlikçi ve kömünal düzeni ile İsa’nın yaşamı ve öğretileri başta on altıncı ve on yedinci yüzyıldakiler olmak üzere ütopyalar için sürekli bir esin kaynağı olmuştur. ” [19]
More, herkesin eşit koşullarda çalıştığı bir toplumda çalışma saatlerinin de azalacağı görüşüyle sosyalizme yaklaşmıştır. İş bölümü dönüşümlüdür. Aileler, ortak evler, ortak mutfaklarda yaşar. Boş zamanlarda bahçe işleriyle uğraşılır. Platon’un Devlet’inde yasaklanan sanatlarla ya da seçkin zümreye hak görülen kültür edinme işleriyle uğraşılır.
Ütopyalılar birörnek giyinirler. Devlet yönetimi demokratiktir. Tek tip düzenliliği ile bireysel özgürlüklerin son derece kısıtlanmış olduğu bir yaşam tarzı sunması bakımından eleştirilse de bu adada özgecilik bireycilliği öylesine alt etmiştir ki bazı bireysel haklardan toplum yararına isteyerek vazgeçilmiştir. Yasa sayısı çok azdır ve suçu tasarlamak da suç işlenmiş gibi cezalandırılmayı gerektirir. Suçta ısrar edenler içinse kölelikten başka çıkar yol yoktur. Ayrıca Ütopya’da köle olmak başka bir ülkede özgür olmaktan iyidir.
Thomas More, sınıfsız bir toplum tasarlarken zenginliklerden eşit bir şekilde yararlanılmasının yeryüzünde insanlığı mutluluğa kavuşturacak bir çözüm olacağı düşüncesinden yola çıkmıştır. Vicdan ve din özgürlüğünden söz edilemeyen o yıllarda ütopyada dinsel hoşgörü çok önemlidir. Herkes dilediği gibi ibadet etmekte ve Tanrı’sını, dinini seçmede özgür bırakılmaktadır. Gerçi Raphael Hythloday, İsa’nın öğretisini yani Hıristiyanlığı ada halkına tanıtma çabasındadır ama ütopyalıların ilgisini çeken nokta, ilk dönem Hıristiyanlığında malın mülkün ortak olması ve İsa’nın yoksulluğu özendirici doğal yaşantısıdır.
Hıristiyanlık dininin insanı günahla doğan ve ancak ölünce günahlarından kurtulacak olan bir günahkâr olarak görmesine karşın Ütopya’da insana yeryüzünde mutlu olması gereken değerli bir varlık gözüyle bakılır.
Bir yandan düzenin üstünlüğü ve bireysel özgürlük arzusu arasındaki çelişme ve çatışmayı idealist bir yaklaşımla çözerken bir yandan modern toplumun ikilemlerini de çok açık bir şekilde dile getirdi. Ve böylece “More’un ütopyası modern ütopya’nın hiyerarşik değil demokratik olacağını ilân etti.”[20] Ayrıca yayılmacılık ilkesiyle de İngiliz emperyalizminin düşlerini pekiştirdi.
Edebiyat ve Ütopya…
Tommaso Campanella’nın (1568-1639) dinsel öğretileri bilimin ışığında doğrulama kaygısı, on yedinci yüzyıl başlarında Kopernik kuramının Galileo tarafından doğrulanması ile güneş merkezli evren kuramına geçişin bir yansımasıdır. Güneş Ülkesi’nde, bilgin-rahiplerden oluşan bir yönetici sınıf vardır. Campanella, kurduğu ütopyayı pratik açıdan uygulanamaz oluşu, katı bir düzen olması gibi konularda kendisi eleştirmiştir. Oysa; “Campanella’nın pratik etkileri Platon’la More’a göre çok geniş olmuştur. Öncekiler pratik alanda hiçbir yankı uyandırmadıkları halde Tommaso Campanella uzun bir süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması Güneş Ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştı.” [21]
Francis Bacon, (1561-1626) kaybedilen cenneti yeniden kurmak için bilimden ve dinden yararlanmak gerektiğini düşünmüştür. “Yeni Atlantis, bilimsel araştırmanın ürünlerine dayalı bir ütopya örneğidir. Bu yapıtta çok yönlü bilimsel araştırmayı örgütleyip yöneten ve sonuçları uygulamaya koyan geniş kapsamlı bir bilim kurumu hayal edilmiştir.” [22]
Bu bitmemiş yapıtında Bacon, erdemli yaşamı bilimle iç içe yaşayan bir halkı, Ben Salem halkını anlatır. Konuklar, görevliye bahşiş verilmek istediğinde, “bir iş için iki kez para almam” sözüyle karşılaşırlar.
Jonathan Swift, (1667-1745) Güliver’in Gezileri’nde dört ayrı yolculuk ile, cüceler ve devler ülkesine, bilim adamlarının olduğu bir uçan adaya ve Huiynim adı verilen atlar ülkesine yapılan yolculukları anlatmıştır. Huiynim’lar insanın olumlu özelliklerini toplamış canlılar olarak ütopik bir yaşam örneği sunarlar. Güliver, sonunda ‘insan’a öylesine yabancılaşır ki ömrünün kalan kısmını iki at alarak onlarla geçirmeye ve at gibi yaşamaya karar verecek kadar aykırılaşır.
Edward Bellamy, (1850-1898) Geçmiş’e Bakış’ta zamansal bir atlama ile yani bir klasik zaman yolculuğu tekniği kullanarak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında uyutulan kahramanı 2000 yılında uyandırmış ve iki zaman dilimindeki Amerika’yı karşılaştırmıştır. “Geçmiş’e Bakış’ta ortaya çıkan toplum bir yandan Thomas More’un Ütopya’sı bir yandan Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i ile karşılaştırılabilir. Geçmiş’e Bakış, Ütopya’daki üretim ve paylaşım anlayışını Yeni Atlantis’de öngörülen teknolojik gelişmelerin gerçekleştirdiği bir topluma uygulamıştır. Böylece Bellamy çözümü ekonomi ve endüstriyi yürütüp yöneten ulusal bir endüstri ordusunda görmüştür. ” [23]
William Morris, (1834-1896) ise Düş Dünyasından Haberler’de, Geçmişe Bakış’ta kurulan merkeziyetçi örgütlenmenin tersine, bireysel duygu ve düşüncelere dayanan endüstrileşme, makineleşme, toplu üretim ve ekonomik bunalımların geride kaldığı doğayla ve insan doğasıyla iç içe bir yaşantı kurgulamıştır. Batı ütopyalarının en hümanisti olan bu yapıta geçen bir diyaloga göz atalım:
“Çalışmanın karşılığı nedir?”
“Sevişmenin karşılığı ne ise odur.”
H.G.Wells, (1866-1946) Çağdaş Bir Ütopya’da, ütopya anlayışını tartışma konusu yaparak, çözümün bölgesel değil tüm dünyayı kapsayan nitelikler göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu amaçla dünyanın bir ikiz gezegenini kurgulamıştır.
B.F. Skinner ise Walden İki’de davranışsal yöntemlerle uygulanabilecek olumlu pekiştireç yoluyla insanlara deneysel verilere dayanarak belirli davranışların kazandırılabileceğini, böylece insanın iç dünyasının acılarının azaltılabileceğini savundu.
Yazılı bir metin olarak değerlendirildiğinde Ütopyaların kurgusal ortaklıklarından söz edilebilir. Gezgin yaşantısı olan bir anlatıcı ile diyalog, bir deniz kazası sonucunda ütopik adada uyanış gibi… Böylece okurlara ütopik kentin ve kent yaşantınsın tanıtılması yoluna gidilir.
Genel bir yaklaşımla Ütopya türlerinin tam olarak roman unsurlarını içermediği söylenebilir. Kişilerin yaşantısına genel bir toplugörünümden bakan ve tasarlanan toplum düzeninin ayrıntılı olarak benimsenmesi üzerine kurulan bir tür olarak öncelikle romanın kurgusal anlamda içerdiği gerilim unsurundan yoksundur. Bu açıdan bakıldığında Ütopyaların, yazarı tarafından roman şeklinde tasarlansalar bile, romanın bilimkurgu ve fantastik roman olarak isimlendirilen türlerine açılan bir çizgide durdukları söylenebilir.
Teori olarak Ütopya…
Henri Saint-Simon, Charles Fourier, Agueste Comte, Herbert Spencer ve Karl Marx’ın ‘ütopya’ sözcüğünü kullanmaktan kaçındıklarını vurgulayan Krishan Kumar; “Marx’ın ütopyaları küçümseyerek görmezden gelişi – geleceğin lokantalarına yemek tarifleri yazmakla uğraşmıyorum- sonraki sosyalist harekete ağır bir bedel ödetti.” der.
19. yüzyıl sonlarında yoksul halklar için karamsar dünya gerçekliğinden tek kurtuluş umudu ‘sosyalizm’de odaklandı. 20. yüzyılın ilk yarısında ırkçı bir çılgınlık boyutuna ulaşan Hitler’in Nazi Almanya’sı bir ütopik faşizm olarak değerlendirilemez mi? Bir zamanlar yani yoksullar için bir cehennem olduğu anlaşılmadan önce, bereketli toprakları, geniş coğrafyası ile Amerika ütopik bir zenginlikler ve özgürlükler ülkesi değil miydi?
Ütopya teriminin gerçeklikten uzak ve uygulanamaz olan anlamı vurgulanarak, sosyalizmin ütopik olduğunu düşünenler için pratikte yaşanan sorunlar, halkı yoksulluğa köle etmeyen bir toplumsal kalkınma ve yaşama modeli olarak görülen Sovyetler Birliği’nin ardından diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin çöküşü, deneysel bir kanıt olarak ele alınmıştır.
“Sovyetler Birliği, der Andre Gide en saf umutlarımıza ihanet etti. Ve bize dürüst bir devrimin tehlikeli bir bataklığa gömülebileceğini trajik bir şekilde gösterdi. Eski kapitalist toplumun aynısı yeniden kuruldu. Serfliğin bütün o sefil köleci mantığı ile insanı ezen ve sömüren yeni ve korkunç bir despotizm.” [24]
Bu noktada antiütopya’ya çarpmış oluyoruz. Zamyatin; We, Huxley; Cesur Yeni Dünya, Arthur Koester; Gün Ortasında Karanlık ve George Orwell; 1984 ile antiütopyacı bir duruşla sosyalizmi hedeflediler. “Modern antiütopyayı sosyalizm yaratmıştır.” [25]
Marksist teorisyenlerin de bugün kapitalizmin baskıcı gücü altında azınlıkta ve yenik duran sosyalistlerin de üzerinde enine boyuna düşünmesi gereken tarihsel süreç- ne yazık ki- isyanlarla, savaşlarla, soykırımlarla doludur. Ve ne acıdır ki insanlık hâlâ tüm insanları eşit koşullar altında sahiplenen bir dünya düzeni kuramamıştır. Tüm insanları kucaklamak bir yana açlığın, kuraklığın, kıyımların bile önüne geçilememiştir. Yoksulluk ve sömürüden uzak, zenginliklerden eşitçe yararlanılan özgür ve mutlu insanların ortak üretimle kuracağı herkes için ‘daha’ yaşanılabilir bir dünya binlerce yıllık evrimin kıyısında bekleyen ütopik bir ada değildir oysa.
Ayrıca yararlanılan kaynaklar;
-Güneş Ülkesi, Tommaso Campanella- Çev; Vedat Günyol, Haydar Kazgan- Çan Yayınları
-Yeni Atlantis, Francis Bacon
-Ütopyacılık ve Marksçı Hümanızma, Hans Mühletsin- Çev; Vedat Günyol- Çan Yayınları
Nilüfer Altunkaya
[1] (Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, N.Mehmet Solmaz- Dr. İsmail Lütfi Çakan)
[2] (a.g.e.)
[3] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi
[4] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi
[5] Yeryüzü Cennetleri Kurmak- Ütopyalardan Seçmeler- Derleyen Nail Bezel, Önsöz
[6] Devlet, Platon – Alter Yayıncılık
[7] Felsefe Tarihi, Macit Gökberk- Remzi Kitabevi
[8] (a.g.e.)
[9] (a.g.e.)
[10] (a.g.e.)
[11] (a.g.e.)
[12] Ütopya, Thomas More- Çev; Mina Urgan- Önsöz
[13] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi
[14] (a.g.e.)
[15] Utopia, Thomas More-Çev;Sabahattin Eyuboğlu, Vedat Günyol- Cem yayınevi
[16] (a.g.e.)
[17] (a.g.e.)
[18] (a.g.e.)
[19] (a.g.e.)
[20] (a.g.e.)
[21] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi
[22] (a.g.e.)
[23] (a.g.e.)
[24] Crossman aktaran Krishan Kumar; (a.g.e.)
[25] (a.g.e.)
Kurgu Kültür merkezi (Dergisi) 2. sayı
23 Mayıs 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder