14 Mayıs 2010 Cuma

vüsat o.Bener

SU ÇİÇEĞİNDEN YAZILAR- III

/Bir zamansız kavuşmanın şiirini yazdın. Oysa ayrılık başlamıştı bile. “onu oraya sen koydun”*
Uzaklara bakışında, ölümü sezişinde, şehrin gözlerini yumduğu saatlerde bir otobüs penceresine asılı kalmış o vedaya ağlayışında. “Bir daha nerde? Ne zaman?” diye düşünmeden.
Zamanın acımasızlığına inat, kısacık saatlere, yüzyıllık ömürler biçebilmek. Gemilerin kederle sokulduğu bir liman şehrinden, gürültülü kalabalıkların yaşamsızca aktığı, köysel bir dev kente taşıyabilmek inancı.
Çaresiz gözlerini alıp, çekip gitti ayrılık. Gölgesini bıraktı her sevdaya değen. Ayrılık zamanın ıslığıydı. Sonsuzluğun duvarlarında çınlarken, yankısını duyduğumuz. Sevişmesiz. Korku verici sonsuzluğa yazgılı, tedirgin. Konuşamadan sokakları, şehirleri, anları, ayrılıkları, sevdaları, anıları, dokunuşları geçtik. Bir bedende dolaşan damarları gibi insanlığın.
Anlatamadıklarından dizeler yaptın. Geçtiğin ya da geçmekte olduğun yollarına dizdin ömrünün.
Anlatamadıklarımdan mektuplar yazdım. Serptim sözcükleri acıyla, sevdanın gözü yaşlı umutsuzluğuna./
-Vüs’at O. Bener anısına saygıyla-(Dost, Yaşamasız, Siyah-Beyaz, Mızıkalı Yürüyüş, Kapan )

Zamanın kuyusuna atılmış bir taşın geri gelen sesiyle ürpermek, yaşamın sokaklarında koşuşturmaktan yorulup, bir ağaç altında dinlenmek gibidir okumak. Yeniden başlamak gibidir. Yaşamdan bize kalanlarla avunmanın en tutarlı yoludur belki de…

Bazı yazarlarla tanışmak için geç kalırız bazen. Zamanın dalgalarıyla geriye itilir, yetişemeyiz seslerine. Bazen de yakalayıveririz, geciktiğimiz bir karşılaşmayı ucundan, kıyısından.
İşte böyle duygusal gel-gitlerin eşliğinde tutunduğum bir yazar oldu Vüs’at O. Bener. Bütün eserlerinin 4. cildi olan Dost, yazarın Dost ve Yaşamasız’da yer alan (1952-1957) ilk dönem öykülerini topluca okuma fırsatı yakalamamı sağladı. **

Vüs’at O. Bener, bu öykülerde derin duygusal sorgulardan, yaşam dolu katı gerçekliğe uzanarak, tasvire fazlaca yer vermeden mekanın algılanışını ayrıntı vuruculuğuyla vererek öyküdeki özgünlüğüne ulaşmıştır. Sokakları, insanları, geceleri dolaşırken keskin bir duyarlılıkla, umutsuzluğa yatkın, ölüme eğilimli bir hoşgörü ile anlatmıştır; bizi bize. Sindirilmiş bir özgüvenle acıtarak biraz.

Dolaylı ve dolaysız anlatımları, konusunu kahramanların (kişilerin), değerli/ değersiz kimliğine bağlı kılarak belirlediği kurgusu ile öyküleri son derece özgündür. Gülümsetirken acıtıcı bir buruklukla kedere, dostluktan ihanete, tutunma çabasından bırakılışa akıveren sıvımsı bir dokuyla örülmüş gibidir duyarlılığı.

Mekan (çevresel ortam), kişi ve olay akışıyla kıvılcımlı bir boş vermişlikle insanlığın karanlık kuytularına ışık tutan bir gezgin gibidir. Zorlayan monolog, diyaloglarla bilinç altı sorgulamalara uzanır. Özündeki yoğunluktan, yaşamdaki boşluğa akar.

Öykülerine tadına doyamamışlık katan ender yazarlardandır. Ve bu öyküleri aktaran “huysuz, ikircikli” yaşamdan hoşnut olmayan, tedirgin gülümseyen biri vardır hep. Sarhoşken de, aklı başındayken de bilgece bir umursamazlık içindedir yaşama karşı.

İçerik yönünden oldukça zengin olan bu öykülerde, Vüs’at O. Bener, gündelik yaşamın çileli kısır döngüsünde bile şaşırtıcı bir zenginlik sunar bize.
Dili zordur. Anlatıcının diğerlerine olduğu kadar, kendisine de sorularla yaklaştığı, düşünen bir dildir.


Bir dost evine yapılan ziyaret sonucunda, mutfağa ve kadınlığın yazgısıymış gibi eşiyle başlayan, çevresel tüm duyarsızlıklara kapatılmış bir kadın ve onun bu sıkışmışlıktan kurtulma amacıyla sığındığı umuttan hemencecik vazgeçivermesine şaşıran bir dost, küfesindeki bir avuç kömürü, “Bu kömür benim ağabey” diyerek sakınmaya çalışan hamal bir çocuk, tren yolculuğunun bir kibritle başlayan arkadaşlığında buluşanlar, ölülerin kınamadığına emin olduğu için aradığı huzuru mezarlıkta içerek dindiren biri, soğuk bir odanın yoksulluğuna zamansız ve pervasızca konuk olan yalın bir yaşamak çabasını kaygısızca giyinivermiş sözde akrabalar, gündelik konuşmaların resimlediği bakkal ve suçüstü yakalanıp, amansızca kovalanan bir hırsız, öyküsüne tanık olduklarımıza birkaç örnek olarak sayılabilir. Bu kişilerle öykü izleği kadın erkek ilişkilerinin karmaşasından, sarhoşluk hallerinden, erkek sosyal yaşantısının belirlediği mekanların tanıklığına akar.

Dildeki yetkinliğin, öyküyü öykü yapmaktaki öneminin ve yazarın dildeki egemenliğinin öyküye kalıcılık kattığının en iyi kanıtıdır bu öyküler.

Siyah- Beyaz, Kara Tren, Mızıkalı Yürüyüş’ te daha öz yaşamsal aktarımlar göze çarpmakta ve bu durum bazı öykülerin iç içeliğini sağlamaktadır. Dost ve Yaşamasız’daki kişi, mekan, yaşantı (olay) zenginliği yoktur ama bu öyküler de gerçeküstü kurgulamalarla, anı- anlatı çizgisini derinleştiren zorlu bir dil, sözcük ve biçimle öyküleştirilmiş duygular olması bakımından yine son derece özgündür.

Mızıkalı Yürüyüş, belki daha farklı bir çizgide değerlendirilmelidir. Hem daha anı, anlatı kokusu taşıdığı, hem de birbirine bağlı bölümlerden oluşan bütünlüklü bir yapısı olduğu için. Kapan’a uzanan süreçte yazılmış olan tüm bu öyküler, insanı acıtan bir duyarlılığın, derinliğin yansımalarıdır. İnsanı bir yazarın asla diğerleri gibi olamayacağı gerçeğiyle yüzleştirirken, yaşlılığın, kabullenilmiş yalnızlığın, soylu bir tebessümle yansıyışıdır sözcüklere.

Bir alçak zeminden yukarı açılan penceredir yaşam. Yaşlılığın yavaşlayan hatta akmayan zamanında başıboşça dolaşırken, o rahat tedirginliğine diken batırarak gün ışığına kapalı perdesini aralayanları aynı mutsuzluğa yaklaşarak karşılayan bir Vüs’at O. Bener buluruz pencerenin kıyısında. Bu pencereden çocuklarla konuşurken bile içindeki ikircikli adam çocuklara yakınlığının söylentilere neden olabileceğini düşünür. Oysa cıvıl cıvıl bir neşedir çocuklar, avutur bir yazarın yalnızlığını, yaşlılığını.
Burada yazarın gerçekliği ile kurgusal olan arasında bir koşutluk kurulmaması düşüncesinde olan Orhan Koçak ve Semih Gümüş’ e katılmak gerekir. Çünkü yazılanlar ne anıdır ne de otobiyografidir. Olsa olsa gerçeği edebileştiren kısa ve öz öykülerdir.



Ama bu durum, Kapan’ daki öyküleri zamanın ihanetine uğramış bir yazarın söyleşileri gibi görmemizi engellemeyebilir. Bu sefer acı, yokluk ve yaşamın katlanılmaz yanlarıyla dolu bir seyrin adresi hastane koridorları, odaları olur. Yaşam oyunu bozar. Bağımlılık, insanlara hasta sıfatını yapıştırmıştır. Yazarın kaleminden itirafa benzer, ürpertici bir yalınlıkla dile gelen acılar süzülür. İnsanlığın tüm hallerini yansıtmak amacıyla inatla sürdürür yazma çabasını. Ve yazdıkları, ironi dolu bir mutsuzlukla, lirik duyarlılıklardan gülümsemeler, gülümsemelerden gözyaşları akıtan bir yazarın acılarıdır. Öylesine hacimli, öylesine gerçektir yani.


Vüs’at O. Bener’de dil, bilinç sorgulamalarından, güncel yaşam olaylarına öylesine doğallıkla akar ki, öykünün kurgusu ve dil birlikte solunan bir havaya dönüşür. Ayrıntılar özgün bir ironi ile yine güçlü dil teknikleriyle vuruculaşır.

Belki eklemem gereken en önemli noktalardan biri de, onun iç sorgulamalarında iki sesli vicdansal bir dürtüyle, iyi - kötü ikileminin en özgün, en başarılı uygulayıcılarından biri olmasıdır. Yaşamın ve insanın uzağında duran çoğu sevgi ve sevinç aşırılıklarından nasibini almamış, son derecede ikircikli, dış dünyaya ve tüm insanlara karşı aynı duygusuzlukta olan, sorgulayıcı kişileri bir küçük cümleyle karmaşık iç dünyalarının kapılarını aralayıverir.

Kısa öyküye bunları sığdırabilmek kuşkusuz dilin gücüyle olanaklıdır. Vüs’at O. Bener’i öykümüzün kendine özgü önemli ve ayrıcalıklı ustası yapan da budur, sanırım.

Belki de gerçekten yaşadığı ülkenin tutarsız dinamiklerinde, coğrafyasına yayılmış hoşgörüsüz sözde demokrasisinde bu kadar çok düşünmek nihayetinde “tutunamamayı” getirmektedir.

Anılarını, söyleşilerini okudukça o güzelim insanların Ankara dostluklarına hayran kalmamak elde değil.

“…on beş günde bir toplanıyorduk, çok hoş anılarım var o günlere ilişkin. Leyla Erbil hatırlar, çok hoş çıkışlarımız oldu, yeni bir şeyler yapma hevesini doğuruyordu o konuşmalar, tartışmalar. Örneğin bizim küçük bir bodrum katı evciğimiz vardı, birisi bir şeyler yarattıysa heyecanlanıp pencereden girerdi. Cevat Çapan girerdi. Oğuz Atay’la tanışıklığımız o zamandan. Oğuz Atay’la askerlik döneminde Cevat Çapan tanıştırmıştı, büyük bir dostluk oluştu. Tutunamayanlar’ı basılmasından önce okumuştum, getirip Cevat’la bana vermişti. Böyle bir ortam birden bire çözüldü diyebilirim…” (Vüs’at O. Bener’ Bir Tuhaf Yalvaç)

Onu tanıdıkça bir alçak gönüllü yalvaç olduğunu görmek, zamanla ondan yayılan ironiye alışarak yaşamı biraz hafife almak, ölüme bile gülümsemeye çalışmak, hepsinden öte titizlik boyutunda bir dürüstlükle yazmaya çalışmak işten değil.

Onun ılımlı sevecen gerçekçiliği yaşamın katı duvarlarını aşıverir. Gerçi kadınlara karşı hiç de anlayışlı ve sevecen değildir kahramanları ama onların olağan dışı kişilik yapılarının en doğal sonucudur bu durum.

Ona, öncelikli değerini veren ilk eleştirmenlerden olan Semih Gümüş, Kara Anlatı Yazarı adlı kitabında öyküleriyle ve romanlarıyla ayrıntılı değerlendirmelerde bulunmuştur.


“Vüs’at O. Bener Türk edebiyatının en tekinsiz yazınsal anlatılarından birini gerçekleştirmiştir. Gerek dili ve dil biçemi; gerek oldukça sivri eleştirel tutumu; gerek bunaltıcı atmosferi ve sorunlu, bunalımlı kişileri; gerek yer yer çok güç sökülür anlam düzeyleri ve eni konu, saldırgan mizahı ve ironik dil biçimi ile edebiyatımızın uç beylerinden biri olarak nitelenebilir.” (Semih Gümüş, Kara Anlatı Yazarı)

Vüs’at O. Bener’i daha yakından tanımak isteyenler için Semih Gümüş’ün, Kara Anlatı Yazarı (Can Yayınları) adlı nitelikli eleştirel kaynağı ile yine güzel bir derleme olan “Bir Tuhaf Yalvaç” ( Norgunk yayınları) mutlaka okunmalıdır.

Onun öyküyle ilgili şu sözlerine kulak verelim;

“Yalnız öykünün temel özelliği şu, özlemi bir noktaya getirirsiniz ve düş kırıklığıyla karşılaşırsınız. Öyküde vuruculuk vardır, şok vardır. Bu nedenden dolayı, öyküye eğilimi olan kişilerin çoğunda burukluk, kırgınlık göze çarpar, bulamamışlık vardır.”

Döneminin çok ötesinde bir yazar olduğu bugün daha iyi anlaşılabilmektedir. Öyküsü kendi açtığı yolda taptazedir. Aynı güçte ve aynı dirençli bekleyiştedir.

Belki de şimdi bu yazdıklarımı aldırmazlıkla okuyup, “neden yazıyorsun ki?” diye soruyordur…

“Ben zaten hiç beceremedim hiçbir şey, iç yangını anılar yaratmaktan başka.” (Kara Tren)
“Ölümün birden bireliğinden korkmadığımı utangaç bir sesle söyleyebilirim.(Mızıkalı Yürüyüş)

/Suya değen ışığı süzerek alır içine su çiçeği. Yazmak sana inanmaktır./

* Nazım Hikmet’in dizesi
**Dost (1952) ve Yaşamasız (1957) Dost (1986) adıyla bir araya getirildi. (İletişim Yayınları)

Nilüfer ALTUNKAYA

Hece Öykü 38. Sayı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder