14 Mayıs 2010 Cuma

Aşkale yolcusu Kalmasın

AŞKALE YOLCUSU KALMASIN

Ahmet Aziz’in AŞKALE YOLCUSU KALMASIN adlı yeni romanı yedi bölümden oluşuyor. Öncelikle bu bölümleri ayrıntılı bir özetlemeyle sunmak istiyorum.

1.Bölüm

Roman, bir ‘teneke’ mahallenin daracık sokaklarının tasviri ile başlar. ‘Karartılmış kutsal bir yazgıyla’ mahallenin insanları birbirine benzer yoksullukları paylaşırlar. Sokağın evlerinden yayılan sesleri, rüzgâr ve yağmurla sırdaş bir alışkanlıkla arkasında bırakan Necip, önce polis Nusret’le karşılaşır. ‘Patlak, lokma gözleri olan, diliyle sokan, ağır söyleyip, kıran’ bir tipleme olan Polis Nusret hava karardığında korku veren düdük sesiyle, şehre ışık örtme uyarısı yapacaktır.
Bir eski evin önünde beş-altı çocuk, Arap kökenli çocuklarla dalga geçmekte iken Polis Nusret’in edep dışı uyarısıyla karşılaşırlar. Necip, evlerinin bahçesine adımını atarken akşam ezanının sesi duyulur.
“Tanrı uludur
Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak.”

Böylece Türkçe ezanla karşılaşırız. Necip, Çerkez Hilmi, Tarzan Halit, Cavidan Hanım ve kızı Sacide ile karşılaşırken, geçmiş yıllarda göz kamaştıran şimdiyse bir harabe olan konağın içini gezeriz. Böylece Necip’e ve konakta akan yaşantılara yakınlaşırız.
Necip, Cavidan Hanım’dan Ebe Manuş’un kocası Demirci Balımyan’ın ikinci askerliğe alınarak Ağva- Kandıra’ya gittiğini, kendilerinde de bir misafir olduğunu öğrenir. Necip ve anneannesi, harabe konakta kiracılarıyla yaşayıp giderken, büyük dayısı Mümtaz Bey’in ve kendisinden epeyce genç Feriha Hanım’ın ziyaretiyle tedirgin olmuşlardır.
Mümtaz Bey’in asıl niyeti açığa çıkınca ortam iyice gerilir. “Malumdan meçhule uzanan bilinmez yolun başlangıcı”dır bu. Büyük dayı Mümtaz Bey, “ pudralı, allıklı yüzüyle, ateş gibi yanan kırmızı dudaklarıyla sel olup akan güzel endamı”yla parıldayan Feriha Hanım’la evlenmek için konağı satma kararındadır.

Konak, bir eski İstanbul simgesidir. Osmanlı Burjuvazisinin Avrupa sınırlarına taşan yaşam tarzının soyluluk kokan simgesidir. Bu konaklardan biridir Nurbanu Hanım’a geçmişin büyüsünü tazeleten, kalabalık aile efradının yaşamını sürdürdüğü günlerin güzelliğini anımsatan…

Konağın satılması konusu ile biçimlenen konuşmalar, tasvirler, anımsamalarla Mümtaz dayının ticaret hayatıyla ilgili ayrıntılara kayar. Necip, dayısı için yaptığı yorumla onun kişiliğini özetler gibidir.

“İnsanın insan tarafından istismar edilmesinin demek ki ölçüsü yokmuş.” (s.21)

Mümtaz dayının sözleri savaşın durumu hakkında da ipuçları verir. Almanlar Prusya’yı geçmiş, bazılarının Hitler’in Kızılordu’yu yok etme düşleri gerçeklik kazanmaya başlamıştır.

Konuşmalar gerginleşir ve Mümtaz Dayı ile Feriha köşkten ayrılır.

Nurbanu Hanım’ın kırılgan ruhu, yaşlı bedeni bu son darbeye dayanamaz. Ertesi sabah yorgun, yaşlı bedenini uykuda bırakıp, kimseye sorun olmadan ölüverir.

2.Bölüm

Hüseyin Nihal’in alevli, hırçın konuşmalarıyla başlayan bu bölüm bizi bir yıl sonraya götürür. Mekan Mümtaz dayının ofisidir. Onun kâtibi Sait Hıdır ile Hüseyin Nihal ve onun çevresinden Fethi, Necdet gibi gençler diyalog halindedir. Bu konuşmalarda başı çeken Hüseyin Nihal, bilindiği üzere dönemin önemli kalemlerindendir. Türkçülük hakkında koyu yorumlarda bulunmaktadır. Çaycının çingeneliğinden yabancılık kavramına asil ırk olarak Türk ırkının yabancı kanlardan nasıl temizlenmesi gerektiğine dek uzanan konularda oldukça sert yorumlardır bunlar.

Yazar, başarılı bir kurguyla Hüseyin Nihal’i gözümüzde canlandırırken konuşmalarda önemli bazı isimlerin geçmesini de sağlayarak dönemin bazı olaylarına dikkât çekmeyi amaçlamıştır. Bu arada Necip, dayısının ofisine gelmiş, Hüseyin Nihal’le tanışmış, okuyucu artık Mümtaz Dayının öldüğünü, onun işlerini Necip’in üstlendiğini öğrenmiştir.

Konuşmalar, Zeki Velidî ile Doktor Reşid Galib arasındaki tartışmaya, Ali Muzaffer Bey’in Hüseyin Nihal tarafından tokatlanmasına, Şükrü Saraçoğlu’nun meşhur “Türküz, Türkçüyüz” konuşmasına, İzmir Suikasti sonucu Paris’e giden Doktor Rıza Nur’a, Reha Oğuz ile Hüseyin Nihal’in Bozkurtçu-Turancı zeminde akan görüş ayrılıklarına, Tanrıdağ dergisinden, Tasvir-i Efkâr gazetesine kadar dönemin belli başlı olay ve kişilerinin çevresinde gelişir.
Hüseyin Nihal, Hitlervari bir tavır takınarak konuşmakta, Reşat Fuat, H.İzzettin Dinamo, Osman Paçalı’dan üç sabıkalı komünist diye söz etmekte (s.54) komünist yayılmanın önlenmesi gerektiğini hiddetle savunmaktadır.
Tüm bu konuşmalardan sonra Hüseyin Nihal’in suçüstü mahkemesi gibi çalışacak olan bir haftalık mecbua için para gereksinmesi nedeniyle Necip’e geldiği anlaşılmaktadır.
Necip, Refik Saydam’ın Anadolu Ajansı’nda çalışan Yahudileri işten aldığını söyleyip, herkesin kapısının önünü süpürmesi gerektiği gibi imalarda bulunan Hüseyin Nihal’e oldukça sert bir yanıt verir.

Feriha’nın telefonu, Sait Hıdır’ın Necip’e iş çerçeveli öğütlerinden sonra Necip bürodan çıkar. Sokakta gün görmüş bir kadın ekmek karnesini satmaya çalışmaktadır.

3.Bölüm

Bu bölüm bir toplama kampındaki kişilerin tasviri ile başlar. Tedirgin tutuklular, jandarmanın emriyle eşyalarını yere bırakıp, üçerli sıralar halinde toplanırken bir jandarma Eczacı Kosta’ya hakaret içeren sözlerle bağırır. Varlık Vergisi nedeniyle tutuklanıp, Aşkale’ye gönderilecek olan mahkumların durumu, tutuklularla jandarmaların konuşmaları ve Eczacı Kosta, Tuhafiyeci Bedros, Otelci Lütüfyan, Sarraf Kırkia gibi gayrimüslimlerin yaşantılarından kesitler aktarılmaktadır.


Bu bölüm romana adını veren bölümdür. Varlık Vergisi ve sonuçlarının, gayrimüslimlere yapılan ağır ceza ve yaptırımların ana izleğinde akar.
Tutuklular arasında Necip’in komşusu olan Demirci Balımyan’ın babası Gazaros da vardır.

İlerleyen sayfalarda kampa Packart marka otomobil girer. İçinden çıkan badem bıyıklı adam, Sait Hıdır’dır. Necip Ferda Bey tarafından Gazaros’un borcunun ödenmiş olduğunu ve kendisini almaya geldiğini söyler, jandarma astsubay çavuşa. Sait Hıdır ile Necip sayesinde Aşkale’ye gitmekten kurtulan Gazaros, birlikte kamptan ayrılır. Gazaros’un kulaklarında jandarmanın alaylı bağırışları çınlamaktadır:

“Aşkale yolcusu kalmasın!”

4. Bölüm

Bu bölüm Tilki Cafer’in tasviriyle başlar. Sait Hıdır ve Necip’in diyaloglarıyla sürer. Bu diyaloglardan artık savaşın bittiğini Amerika’nın dünyanın yeni patronu olarak sahneye çıktığı anlaşılmaktadır. Sait Hıdır, ticaretin de buna göre şekillenmesi gerektiğini düşünmektedir.
Konuşmalardan ve yazarın yaptığı açıklamalardan anlaşılır ki Necip’in işlerini Sait Hıdır çekip çevirmektedir. Koçzade, gaz lambası devrinin kapanacağını görmüş, evlerin, vitrinlerin ampullerle donanacağını keşfetmiştir. Bundan sonra savaş sonrası üretim telefondan şofbene, elektrikli saç kurutma cihazlarından otomobillere kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılacaktır. Bu nedenle Sait Hıdır, iş ve para hırsından bi’haber olan Necip’i yönlendirmeye çalışmaktadır. Konu Necip’in Vatan ve Tan’da müstear isimle yazdığı yazılara gelmiştir.
Necip ve Hıdır’ın sohbetlerini sürdürdükleri Park Otel lokantasında gecenin ilerleyen saatlerinde kötü bir cinnet gerçekleşir. Ertesi günkü gazeteler cinayeti farklı yorumlarla verir.
Ve tarih 20 Mayıs 1944’tür. Cumhurbaşkanı İnönü’nün meşhur 19 Mayıs konuşmasının ertesi günü, elbette ki günün gazeteleri bu haberle kaplıdır.
“İnönü’nün nutkuna hakikaten bir mim konulması gerekiyordu, çok mühimdi. Bu nutuk meseleyi kökten halletmek için derin noktaları da deşerek harekete geçileceğinin bir işareti idi.”(s.126)

Bir gün önce, sabah saatlerinde “komünizmin nam ve hesabına Süleymaniye Camii minareli arasına çekilmeye çalışılan ‘Saraçoğlu Faşisttir’ ibareli pankart asılması ”, “Türkiye Komünist Partisi Üyesi Tahsin Berkmen adlı bir şahsın suç üstü yakalandığı, ele geçirilemeyen diğer komünistin (Mihri Belli) ise çok tehlikeli biri oluğu” gibi haberler gazetelerdeki diğer haberlerden bazılarıdır.

Ve Hitler 10 Mayıs’ta Sivastopol’u terk edince “Milli Şef, Turancılık fikrinin bir anda zararlı ve hastalıklı bir gösteriye döndüğünü ” anlar.
“Ortalıkta siyasi bir kasırga esmektedir.”

5.Bölüm

Bu bölüm emniyete bağlı önemli işler müdürlüğünün Başkomiseri ile Necip arasındaki konuşmalarla başlar. Mesele, Necip’in Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, Esat Adil ve M.Ali Aybar gibi isimlerle samimiyetidir. Necip, Vatan ve tan’da yazılar yazmakta ve bu durum hoşnutsuzluk yaratmaktadır.
Samet Başkomiser ve Necip’in konuşmaları son derece önemli konuları kapsar. Demokrat Parti’nin kuruluş aşaması ve Görüşler Dergisi’nin ilk sayısı, Amerika’nın para yardımını almak amacıyla hükümetin başlattığı komünist avı gibi konulardır bunlar.

Bu bölümde Cavidan Hanım ve kızı Sacide ile yeniden karşılaşırız.

Samet Komiser, Necip’in Görüşler’in ilk sayısına yetiştiremediği yazısını tamamladıktan sonra Sabiha Sertel’e ileteceğini söylemesi üzerine; “Yarın için acele etmeyin, dünya hali bu…” gibi laflar eder. (S.141) Necip bu tehditvari konuşmalara daha fazla dayanamaz. Evinden gitmelerini ister.
Ertesi gün 4 Aralık 1945’tir.
İstanbul Hukuk fakültesinde Profesör Doktor Hüseyin Naili Kubalı’nın kürsüsü ders ortasında meçhul bir genç tarafından saldırıya uğrar.

“Gencin elinde Tanin Gazetesi vardı. Ve “Kalkın Ey Ehli Vatan” başlığı okunuyordu. “Genç adam Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısını okumaya başladı.”

Böylece sınıfta uğultular başlar. Genç Tahsin Atakan’dır. Ve etrafını çeviren diğer talebelere açıklamalarda bulunur. Talebeleri okulun bahçesinde toplanmaya çağırır.
İstanbul Üniversitesi Merkez Bina bahçesinde toplanan öğrencilerin sayısı gittikçe artar. Uzun sopalara tutuşturulan İsmet İnönü resimleri dağıtılmaya başlanır.
Beyazıt Meydanı’nda da durum farklı değildir. Tramvaylar şehrin bir çok semtinden “aynı müşterek duygularla” dolu insanları sürü sürü Beyazıt’a taşımaktadır. (s. 151)

Kalabalık “Kahrolsun komünistler! Kahrolsun Serteller! ” sesleriyle Beyazıt Meydanını inletir. CHP İl Merkezi binasında Alaattin Tiritoğlu adeta kalabalığı yüreklendirir. İsmet İnönü resimleriyle bayraklar yine dağıtılır.
Tan gazetesi’nin camlarına ilk taşın atılması ile yaklaşık bir dakikalık süre içerisinde binada cam, çerçeve namına bir şey kalmaz. (S.154) Sonra bir çok alet edevat ile matbaa alt üst edilir. Serteller aleyhlerinde yapılacak gösteriden haberdar olmuş ve o gün matbaaya gelmemişlerdir.

Kırık cam, pencerelerden yayınlanacak yazılar, makaleler, haberler, roman tefrikaları, arşiv dokümanları, muhasebe kayıtları, Tevfik Fikret kitabının müsveddeleri atılmaya başlanır. “Tan Gazetesi’nin derisi yüzülmektedir.”

Saat onda başlayan bu baskın saat on buçuk sularında Babıali’deki ABC Kitabevine sıçrar. Gün dergisi, Yeni Dünya Gazetesi, Sabahattin Ali ve Cami Baykurt’un çıkardığı LA Turquie gazetesi, Nor Or (Yeni Gün) Gazetesi, Berrak Kitabevi de Tan Gaztesinin akıbetine uğrar.

6. Bölüm

Osman ve Sinan Haydar Paşa Lisesi öğrencileridir. İhtiyar bir adamla sohbetleri sırasında ihtiyar Missouri Zırhlısı’nı gösterir ve “Bunlar bizim yeni askerlerimiz mi?” diye sorar. Sinan’ın cevabı düşündürücüdür.
“ Onlar tarihin yeni efendisi.Şimdi dünyanın anasını bunlar ağlatacak.” (s.164)
Evet, Amerika medeni alemi yaratacak, Rusya’ya karşı yanımızda olacaktır.

Yavuz Firkateyni, Missouri Zırhlısı’na yanaşır, Munir Ertegün’ün naaşı Yavuz Firkateynine taşınır. Bu öylesine ihtişamlı bir tören havasında yapılmaktadır ki sanki “5 Nisan 1946 Cuma günü egemenlik kayıtsız şartsız Mussouri zırhlısına geçmiştir.”

İlerleyen sayfalarda Osman’ın Sait Hıdır’ın oğlu olduğu anlaşılır. Sait Hıdır köşkte Necip’i ziyarete gelmiştir. Yine onların konuşmalarından günün olayları hakkında fikir ediniriz. Necip, DP milletvekilliğini kabul etmemiş, çıkarları uğruna kişiliğinden ödün vermemiştir.

Yemek sofrasında konuşmalar siyasetten arınır. Necip’in Aynur hanımla yapacağı evlilik konusunda yoğunlaşır.

7. Bölüm

Müezzinin “Allâhü ekber” diyen sesinin duyulması ezanın Arapça okunduğunu vurgularken artık yeni bir dönemin başladığının da simgesidir.
Sait Hıdır’ın serzenişlerinden oğlu Osman’ın Kore’de öldüğü anlaşılmaktadır. Oğlunun katili hükümet ve Amerika’dır.
Osman’ın cesedini taşıyarak Çinlilerin arasından kaçıran Halit’in akıl hastalığı hakkında Doktor Nazmi Ziya ile konuşulmaktadır. Doktor Nazmi Ziya; “Bu çocuğun durumundan hükümetin haberi var mı?” diye sorar. Necip, “Hükümetin onunla işi bitti” diyerek eleştirel bir yorum yapar.

Halit’le Gazaros ve oğlu Balımyan ilgilenmektedir. Onların gelmesi beklenirken, Dr. Mahzar Osman’ın Halit’i tedavi etmesi konusu tartışılmaktadır. Bu sırada Halit, Gazaros ve Balimyan gelirler. Konuşmalar sırasında Halit, kendi dünyasına çekilip, ürküntü veren sesler çıkararak bir hayal bulutuyla sarılmışçasına yabancılaşır. Ortamı karamsar bir sessizlik kaplar.
Yazıhaneden çıkarlarken, Gazaros Doktor Nazmi Ziya’ ya esrarlı bir tavırla eğilir.
“Size bir şey sormak istiyorum. Kafamın içinde bir mukayese başladı.” der.
Gazaros, ara sıra kendisinin de bir ses duyduğunu ifade eder.

“Kökleri mazinin içinde duran; Aşkale yolcusu kalmasın, diye bir söz işitiyorum.”

Roman Gazaros’un bu sözleri ile biter.

Ahmet Aziz, “Aşkale Yolcusu Kalmasın” adlı yeni romanında dünyanın ve ülkemizin tarihinde önemli bir yer tutan 40’lı yılları ele almıştır. İkinci Dünya savaşında Hitler Almanya’sının üstünlük sağladığı ilk yıllardan Hitler’in yenilgisiyle sonuçlanan savaş sonuna ve 50’lilere Kore savaşı’na uzanan bir zaman dilimi romanın zamansal kurgusunu oluşturmaktadır.

Kırklı yıllara bakarken Şükrü Saraçoğlu’nun 5 Ağustos 1942 tarihli konuşmasını ve 19 Mayıs 1944’te İsmet İnönü’nün konuşmalarını alt alta getirmek iyi bir giriş olabilir.

“Biz Türküz. Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.”
Şükrü Saraçoğlu
(Başbakan)

“Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız belâ ve felaket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin, Türk milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnızca yabancılar faydalanabilirler. Fesatçılar yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Bunları hüküm olarak kestirmek bugün mümkün değildir. Ama yabancıya hizmet kastı ve yabancının yakın ilgisi hiçbir zaman meydana çıkmasa dahi hareketlerin Türk milletine, Türk vatanına zararlı olması ve bunlardan yalnız yabancıların faydalanmış olması söz götürmez bir hakikattir.” İsmet İnönü
(Cumhurbaşkanı)

Şimdi de o yılların önemli dava ve olaylarına çok kısaca değinelim.

Hüseyin Nihal Atsız- Sabahattin Ali davası: Dönemin en önemli davalarından biridir. Dava, sağ ve sol görüşteki destekçilerin büyük ilgisiyle sürmüştür. H.Nihal Atsız, Sabahattin Ali’yi komünist ilan eder ve Hasan Ali Yücel tarafından Milli Eğitim Bakanlığında komünistlerin örgütlendiğini iddia eder. Böylece Sabahattin Ali, H.Nihal Atsız’ı mahkemeye verir. 9 Mayıs 1944’te dava sonuçlanır. Atsız, Sabahattin Ali’ye hakaretten 4 ay hapis cezası alır. Bu iki isim bu davayla sağ ve sol kutuplaşmanın simgesi haline gelir.

Irkçılık- Turancılık Davası: İnönü’nün savaş sonunda Almanya’nın yenilmesiyle bağdaştırılabilecek tutumunu sergileyen 19 Mayıs konuşmasından sonra soruşturma ve tutuklanmalar başlar. Dönemin en önemli davalarından olan bu davada Prof. Zeki Velidi Togan, H. Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay, Alpaslan Türkeş, Fethi Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkan gibi isimler yargılanır. Irkçılıkla suçlanan bu kişilerin Almanya tarafından desteklendikleri ileri sürülür. O yılların ırkçı yayın organları ‘Orhun’cu Atsız ve ‘Bozkurt’çu Türkkan’ın çevresinde odaklanmıştır. Dr. Rıza Nur’un mirasçısı sayılan H. Nihal Atsız, Sabahattin Ali’yi suçladığı yazılarını Orhun dergisinde yayınlamaktadır.

Irkçılık davası sanıkları ünlü Sansaryan Han’da tabutluk adı verilen hücrelere kapatılır. Tarihin cilvesidir ki siyasi tarihimize bu davayla giren tabutlukların daha sonraki misafirleri bu kişilerle zıt görüşte olan solcular olacaktır.

Demokrat Parti’nin Ön Çalışmaları: Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın evinde Celal Bayar, Adnan Menderes ve Serteller toplanır. Sertellerden yeni kurulacak partinin düşüncelerini savunacak bir dergi çıkarmaları istenir. Görüşler Dergisinin yayın hayatına başlayışı bu doğrultuda gerçekleşir. 1945 Aralık ayında Görüşler’in ilk sayısında Sabiha Sertel’in CHP’yi sert bir dille eleştirdiği yazısına, Tanin’de Hüseyin Cahit Yalçın tarafından Namık Kemal’in “”Kalkın Ey Ehli Vatan!” dizesi ile manşetleşmiş bir yazı ile yanıt verilir. Tan matbaasının “Kahrolsun komünizm! Kahrolsun Serteller!” sesleriyle inleyen, gözü dönmüş bir kalabalık tarafından yerle bir edilmesi süreci böyle başlar.

Dil- Tarih Fakültesi Olayları: 1944 ırkçılık davası ve günün koşullarında yaşananlar Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrenci ve öğretim üyelerine de yansır. Öğrenciler H. Nihal Atsız- Sabahattin Ali davası sırasında gösterilerde bulunur. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in evine ateş edilir.

“Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”: Hasan Ali Yücel: Hasan Ali Yücel Demokrat Parti çevrelerince simge olarak seçilir. Çünkü Köy Enstitülerinden yetişen öğretmenler, köylüleri uyandırmaktadır. Toprak ağalarının toprak reformuna geçiş süreci ile ilgili kaygıları artmaktadır. İnönü’nün “Toprak reformu istemeyen benim partimden değildir.” sözleri ile köy enstitülerinin kapanması arasındaki süreci böyle değerlendirmek gerekir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün komünist yuvası olduğu ile ilgili iddialar sürer. Hasan Ali Yücel- Kenan Öner davasına bu iddialar damgasını vurur.

4o’lı yıllar, Nazi Almanyası, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Amerika arasında hırpalanan genç Cumhuriyetin bocalama yıllarıdır. Çok partili döneme herkesin birbirini komünist olmakla suçladığı antidemokratik uygulamalarla geçilmiştir. Davalar, sorgular, baskı ve işkence süreçleri, savaş yoksulluğu, savaş zenginleri, sosyalist partilerin kapatılışı, yazar-çizer aydınların yaşadığı zulümler, dergilerin kapatılıp durması, bir türlü kurulamayan bir demokrasi…

O yılları anlamadan 80 darbesine uzanan süreci de bugünün Türkiye’sini de anlayamayız.

40’lı yıllara kuş bakışı bakıp, romanı da ayrıntılı olarak özetledikten sonra eklenebilecek birkaç nokta kalıyor. İlk olarak vurgulanması gereken, genel anlamda kurgusu, dili, tarihsel süreçleri mekan-zaman tutarlılığıyla yansıtması gibi temel konularda başarılı bir romandır, “Aşkale Yolcusu Kalmasın”

Romanda diyalogların olay-kurgu açılımındaki önemi, kişilerin kurgu akışına uygun seçimindeki özen, en önemlisi de yazarın kendine özgü, güçlü ve canlı dilinin kusursuzluğu belirtilmelidir.

Roman kahramanı Necip Ferda, dürüst olumlu bir aydındır. Romanda bu vesileyle dönemin önemli kalemlerinin adı anılırken, Sabahattin Ali’ ye (Tan Matbaası olayından sonra LA Turquie’e saldırılması konusu dışında) yer verilmemesi, Köy Enstitülerinin hiçbir yerde geçmemiş olması önemli bir eksikliktir. Varlık Vergisi nedeniyle gayrimüslimlerin yaşadıkları zorluklar, romanın ana omurgasını oluştururken, aydınların gerek tek parti döneminde gerekse Demokrat Parti döneminde yaşadığı baskılar yeterince ele alınamamıştır. Belki bunlara ezan Arapça’ya dönerken, Amerika dünya hakimiyetini ele geçirirken, Demokrat Partinin uyguladığı siyasetin olumsuzluğunun yeterince aktarılamamış olduğu da eklenebilir.

Necip, siyasi bir duruşu, görüşü olmasına, gerekli yerlerde gerekli sert çıkış ve tepkileri vermesine rağmen biraz edilgen bir karakter olarak kalmış gibidir. Bunu yazarın sağlam kurgusuna kişileri dağıtırken düşünsel zeminde hiçbir açıklık bırakmayacak denli özenli olmasına bağlayabiliriz. Yani Necip, kendi özgürlüğünü yakalayamamış yazarın güçlü kalemine bağımlı kalmıştır.

Ayrıca, böyle bir romanda tarihsel önemi olan gerçek kişiliklerin kimliklerinin açıklanması döneme ait yeterli birikimi olmayanların bilgi dağarcığını genişletmesi bakımından yararlı olabilirdi.

Bunlar romanın başarısını gölgeleyecek noktalar değil bana göre. Kurgusuyla, diliyle, tarihin önemli bir kesitini yeniden tartışıp, edebiyatımızın şu nitelikli roman bakımından zavallı günlerine hareket kazandıracak olması umuduyla önemlidir, “Aşkale Yolcusu Kalmasın”.


(Bu yazı için;
Uğur Mumcu; 40’ların Cadı Kazanı
Turgut Özakman; Dr.Rıza Nur Dosyası
Cemil Koçak; Türkiye’de Milli Şef Dönemi
Turgay Merih; Soğuk Savaş ve Türkiye 1945-1960 adlı kitaplardan,
tr.wikipedia.org adlı internet sitesinden yararlanılmıştır.)


Nilüfer ALTUNKAYA
(Yayınlanmadı)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder