23 Mayıs 2010 Pazar

ütopyalar

Benim Hâlâ Ütopyam Var

Cennetten ayrılış…

“İnsan nimete kavuştuğu ya da yüksek bir makama ulaştığı zaman ilk arzusu burada devamlı kalmaktı. Devamlılık arzusunda en haklı kişi Âdem (a.s.) olmalıydı. Çünkü cennet’teydi. Haklı olarak Âdem (a.s.) bu arzuyu duydu. Şeytan da onu bu noktadan vurdu.
Nihayet şeytan onu fitledi;
- Ey Âdem sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir devleti göstereyim mi?(Taha 20/120)
- Rabbınızın sizi bu ağaçtan men etmesi, melek olmanız ya da burada temelli kalmanızı önlemek içindir.
- Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine de (yalan yere) yemin etti.
Şeytan;
- Böylece onların yanılmalarını sağladı. (el-A’raf 7/20-22)
- Âdem (a.s.) ve eşi; melek olma veya cennette ebedî ihtimallerini duyunca Şeytan’ın kendilerine düşman olduğunu unuttular. Ağaca yaklaşma emrinde sabırsızlık ettiler. (Taha 20/115) Ağaçtan yediler.
- Ağaçtan meyve tadınca; ayıp yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamağa başladılar. Âdem rabbına karşı geldi de şaşıp kaldı. (Taha 20/121)
…Cennette başlayan insan hayatının ilk bölümü sona erdi. Âdem (a.s.) ile eşinin sebep olduğu olay; insana cennet öncesi dünya hayatını mecburi kıldı.”[i][1]
Kutsal kitaplarda anlatılan ilk günah ve cennetten kovuluş miti, şeytana yenilen ‘insan’ın cezalandırılması ve yeryüzüne indirilmesi ile sonuçlanır.
“ Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.” (el A’raf 7/24-25) [2]

Kaybedilen bu cennete kavuşmak insanlığın en büyük özlemi olmuştur. Altınçağ söylenceleri, Avustralya yerlilerinin (Aborjinlerin) Hayal Zamanı, Çinlilerin Taocu Mükemmel Erdem Çağı ve Dante’nin İlahi Komedyası bu özlemi dillendirir. Batılı düşünmede Yahudi Mesih düşüncesinden beslenen Hıristiyan binyıl inancı cennete kavuşma özleminin bir yansımasıdır. Mesih’in gelişi ile çekilen acılar sona erecek, barış, bolluk ve erdem çağı başlayacaktır. Böylece binyıl inancı ile ‘inananlar’ ödüllendirilecek ve gelecekte bir gün sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır.

Altınçağ, insanoğlunun yeryüzünde yaşadığı son mutlu çağdır. Bu dönem, derebeylik öncesi, sınıfların doğmamış olduğu, insanların tarım ya da hayvancılıkla uğraşarak gereksinimlerini doğadan doğrudan karşıladığı, kimsenin kimseye üstün olmadığı bir dönemdir. Yoksulluk ve varsıllık yoktur. Suç olmadığı gibi ceza da yoktur.

İnsanın doğanın bir parçası olarak doğal yaşantısında mutsuz olmadan yaşadığı bu Altınçağ sonrasında özel mülkiyet ile birlikte eşitsizlikler de başlamıştır. Bu bolluk içinde yaşanan ‘devlet’siz düzende köleler yoktu. “Yoksulluğu baskıyla kontrol altında tutacak ‘devlet’ ilkçağın köleci devletleriyle kurumsallaşmıştır.” [3]

Eşitlik ve özgürlük içinde yaşanabilecek bir toplum yaşamı olanaksızlaştıkça insan doğayla olan savaşını kazanmak pahasına kendisiyle olan savaşını kaybetmeye başlamıştır.
İnsanlığın binyıllardır Eden Bahçelerindeki (Tevrat’ta geçen cennet bahçeleri) gibi mutlu yaşabilecekleri bir cennet özlemi olsa da yeryüzünde buna uygun bir toplumsal yaşam kurulamamıştır.

Böylece mutlak mutluluk yeryüzünde yakalanamayarak ‘öteki’ dünyaya ertelenmiş, kutsal kitaplarda geçen cennete, bu dünyadaki haksızlıkların hesabının sorulabileceği ve yaşanabileceği bir yaşam sonrası cennete bırakılmıştır.
Bütün bu cennetlerde geçen yiyecek, içecek gibi besin gereksinimlerinin karşılanmasındaki bolluk ve bunlara ulaşmadaki zahmetsiz eşitlik dikkat çekicidir. Öyleyse bedensel gereksinmelerin ‘zahmetsiz’ ve ‘eşitlik içinde’ karşılanması tüm cennetlerde varolan bir olgudur.

Toplumsal yaşam insanın, doğanın ona zaten sunduğu mutluluğuna engeller koydukça ‘insanın mutluluk içinde yaşayabileceği toplum, nasıl bir toplumdur?’ sorusuna yanıtlar aranmaya da başlanmıştır.

Yeryüzü cennetleri tasarlamanın tarihi çeşitli kültürlerde farklı zamanlara uzansa da esas itibariyle ‘ideal kent’ tasarımı ile en iyi devletin nasıl kurulabileceğini araştıran Platon başlangıç kabul edilir. “Bu yüzden T. Olson; Ütopya bir tür olarak Yunan kültür toprağı üzerinde yükselir; başka hiçbir yerde de yükselemezdi.” der. Bu tespitle bağlantılı olarak ütopyacı gelenekte Platon’un büyük öneminin kabulü vardır. Öyle ki Platon’u ütopyacı olarak görelim ya da görmeyelim o “türün atasıdır.” Ve “daha sonraki ütopyalara yön veren temeli kurmuştur.” [4]

“Ütopya; düşte ve düşüncede kurulmuş eşitlikçi, doğru, mutlu ve güzel bir toplum düzenidir. …İnsanoğlu en iyi saydığını kendi yaşam sürecinde yaratamazsa bile gönlünden geçeni umut, düşünce ve inanç dünyasında kuruyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan ülküler, bu dünyanın vermediğini vermesi beklenen ölüm ötesi cennetler buna örnektir.
Ütopya ise yeryüzünde süre giden koşullardan insan bilinci ve emeği ile yaratılmış erinç toplumunun düşüncede kurulmasıdır.” [5]

Devlet deyince…

Platon’u ‘bir kenti değil, refah içinde bir kenti ’, ‘doğruluk ve eğrilik’ kavramlarından yola çıkarak kurgulamaya iten neden, Hesiodos’a “Bu çağ daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?” dedirten bir çağda erdemli bir toplum kurmak düşüncesi miydi?

İdeal kent tasarımıyla, ideal toplum düşüncesine geçiş bir yeryüzü cenneti tasarlamanın ilk adımlarıydı. “İnsanda doğruluk nedir?” sorusuyla başlayarak birey ve toplum için doğruluk içinde yaşanılacak bir kent kurmayı amaçlayan Platon’un Atina’ya karşılık Sparta (Isparta) düzenini –özellikle aristokrat kökenli askerler düzeni açısından- örnek aldığı düşüncesi yaygındır.


Genel olarak ütopyalarda bu kentlerin karakteristik özellikleri farklılıklar gösterse de ideal kentin sistematik bir biçimde örgütlenmesi çok önemlidir.

Platon, devletin kuruluşunu nedensel olarak insanın tek başına kendisine yetememesine ve karşılanması gereken birçok gereksinimi olmasına bağlar. Gereksinimlerin karşılanması için kurulmuş bir kent… Başka işlerle uğraşmaksızın tek bir işle uğraşan dülgerler, çilingirler, dokumacılar, ayakkabıcılar, çiftçiler… Ama en önemlisi “işleri büyük ustalık ve dikkat isteyen” savaşçılar… Bu savaşçı; “Kentte iyi bekçilik edecek olan adam, yaradılışı bakımından filozof, coşkun ruhlu, çevik güçlü olmalı…”[6]

Platon’un insanların ortaklaşa yaşamalarını mutluluk sağlayacak şekilde düzenlemesi gereken ‘devlet’i üç ayrı kısımdan oluşacak şekilde kurulmuştur. (Platon’un insan ruhunu da üç ayrı bölüme ayırdığını anımsayalım.) Bu devlette “ruhtaki itkilere karşılık olan besleyenler takımı, iradeye karşılık olan koruyanlar takımı, akla karşılık olan öğretenler takımı”[7] vardır. “İştahlarında doğan bir kaygı ile günlük gereksinimlerinin ardından koşan yurttaşların büyük çoğunluğu topluluk hayatının maddi temellerini sağlar; koruyucular, dışarıya karşı düşmana savunma ile; içeriye karşı da kanunların yürütülmesini sağlamakla devletin varlığını korurlar; yöneticiler ilkeleri bulup belirtirler. Bütün devletin olgunluğunu da ona erdemler sağlarlar; bunlar da; Bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalettir.”[8]

Yurttaşların ‘erdemli’ yaşayışlarını engelleyecek ya da ‘kusursuz’ işleyen düzenini aksamasına yok açabilecek aykırılıklara göz yumulmaz. Hesiodos ve Homeros’un şiir ve destanlarında anlattıkları çocuk ve gençlerin ereğe uygun bir şekilde yetiştirilmesi açısından zararlıdır. Ve Platon’un aktarımıyla sorar Sokrates; “Peki yalnızca şairleri gözaltında tutup şiirlerinde iyi huyları betimlemeye mi, yoksa hiç şiir yazmamaya mı zorlamalıyız? Öbür sanatçıları da gözaltında tutup onların kötü huyları, dizginsizliği, alçaklığı, uygunsuzluğu ya canlıların betimlenmesinde, ya yapılarda yahut da başka bir sanat yapıtında göstermelerine engel olmamalı mıyız?”[9]

Platon’a göre gençlere ‘ölçülülüğü’ öğretmek için şiir ve sanat uygun değildir. Çünkü
“ölçülü, akıllı olmanın yolu egemenlere baş eğmek; içki, aşk ve yemek gibi hazlarla da kendi nefsine hâkim olmaktır.”
“Tanrılardan kötülük gelmesine olanak yoktur” diye düşünen Platon; “kutsal bir varlık gibi önünde secde ederdik” dediği şairi kentine sokmaz… “Başına kokular sürdükten, yün şeritlerden bir taç koyduktan sonra onu başka bir kente gönderir.” [10]

Platon’un devletinde yöneticilerle savaşçılara özel mülkiyet yasaktır. Kadınları, çocukları ve malları ortaktır. Platon, bunu devletin işleyişinde aksaklıklar olmaması adına zorunlu görür.
Çünkü; “toprağa, evlere, paraya sahip olurlarsa, bekçiyken ev sahibi ve çiftçiye, öbür yurttaşların dostlarıyken düşmanlarına ve zalim efendilere dönüşürler.”[11]
“Kimlerin yöneteceğini, kimlerin yönetileceğini” saptamak gibi bir sorunu çözerken “yaşlıların yönetmesi, gençlerin de yönetilmesi” gerektiğini vurgular.
Platon’a göre Tanrı insanları yaratırken önder olmaları için yarattıklarına doğdukları zaman altın katmıştır, bu onları en değerli yapar. Yardımcılara gümüş, çiftçilere ve diğer zanaatkârlara da demir ve tunç katmıştır. Öyleyse; sınıflar ve ayrıcalıklar doğuştandır ve kaçınılmazdır. Ayrıca devletin başına geçecek olan kişiler, edebiyat, musikî (izin verilen seslerle) ve matematikle eğitilmeli sonra da felsefe ile uğraşmalıdır. Böylece ‘seçkin’ bir yönetici sınıf oluşturulur. Çoğunluğu oluşturan ve ‘para’ ile ilişki içindeki geniş kitleler, bu seçkin yönetici sınıfın egemenliği altında yaşayan yurttaşlardır. Para ile ilişkili olmak, “zekâ bakımından değerli olmayan, bedenleri ağır işlere uygun, iş güçlerini satan” sınıflar için gereklidir. Yöneticiler ve savaşçılar dışındaki çoğunluğu değersiz gören bu devlet oligarşik ve totaliterdir.
“Devlet adamlarının ‘gerektiğinde’ (belki de çoğunluğu daha iyi yönetebilmek adına N.A.) insanların yararına yalana ve düzene başvurabilirler… Bu tür yalanları da birer ilaç gibi yararlı sayarlar. Böylece ütopyaların tarihini yazan ünlü Amerikalı eleştirmen Lewis Mumford’un dediği gibi, hiç kimse başkaldırmasın diye, bu erdemli yöneticiler “Platonik bir Pentagon içinde bir CIA oluştururlar aslında.” [12]

“İyi yaşama dair antik görüşler, eski toplumun kaçınılmaz sınırları olarak gözüken hatlarda çevrelenmişti. Bunlar arasında eşitsizlik ve hiyerarşi ihtiyaçları vardı. Lewis Mumford’un dediği gibi “ütopyayı kölelikten, sınıf egemenliğinden ve savaştan arındırmak yerine evliliği ve özel mülkiyeti kaldırmak Yunan ütopyacılarına daha kolay geliyordu.”
…Platon’un Devlet’indeki en radikal görüşte bile sınırlar bellidir. Aristoteles, Platon’un yurttaşlardan oluşan gövdenin hemen hemen hepsini oluşturan yönetici olmayan yurttaş kitlesi –başka deyişle çiftçiler ve zanaatkârların oluşturduğu üçüncü sınıf- konusunda bizi neredeyse hiç aydınlatmadığından yakınır… Aristoteles’e göre Platon “bir insan heyetini devletin kalıcı yöneticileri” yaparak iktidardan uzak tutulan bu büyük çoğunluk arasında “hoşnutsuzluk ve anlaşmazlık” körükleyecek bir sistem kurmaktadır.”[13]

Ve Ütopya…

Thomas More, (1478-1535) “ütopya sözcüğünü Yunanca yer anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen “eu” ve yok anlamına gelen “ou” takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirerek türetmiştir.” [14] Böylece sözcük “olmayan yer” ile “iyi yer” anlamını taşıyan bir ironi içermiştir. Thomas More, ütopya yapıtı ile hem düşte, düşüncede kurulmuş imgelem ürünü bir ‘ideal ’ toplum düzeni tasarladı hem de bu eseriyle edebî, siyasî ve felsefî bağlamları olan bir kavram oluşmasına öncülük etti.
Thomas More, bir Rönesans hümanistidir. Çok yanlı kişiliği, olaylarla dolu yaşamı ve birçok açıdan tartışılagelen idamı ile tarihin unutulmaz isimlerinden biri olmuştur. 16 yy. İngiltere sinde yaşanan yoksulluk, kargaşa ve haksızlıklara birebir tanık olduğu için bütün bunların yaşanmayacağı, insanların ‘hep beraber’ mutlu oldukları bir ‘hiçbir yer’ tasarladı. Bugün onu ölümsüz kılan bu ütopyasıdır.
Ütopya, Raphael Hythloday adlı bir gemici tarafından görülmüş bir adadır. Bu gemici ile yazar arasındaki diyalogda (1. Bölüm) genelde tüm modern yaşantılar, özelde İngiltere yasalar ve uygulamaları bakımından kıyasıya eleştirilir.

“Korkarım İngiltere’nin daha çok çekeceği var bu yürekler acısı yoksulluklar yüzünden” der Raphael Hythloday; “Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pençesine bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor. Büyüyüp suç işledikleri zaman… ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.” [15]

Bir yargıç olan More, idam cezasına özellikle hırsızlığın idamla cezalandırılmasına karşıdır. Çalana ve öldürene aynı cezanın verilmesini haksızlık olarak görür. Hırsızı yaratan zaten toplumdur.

Raphael Hythloday ile yazar arasında geçen diyaloğun dikkat çekici bir diğer noktası da kralın hizmetinde çalışmak konusudur. O yıllarda ne kadar dirense de Thomas More, VIII. Henry’nin hizmetine girmek durumunda kalmıştır. Bu konuda kendi düşüncelerini Raphael Hythloday ’ye söyletmeyi seçer gibidir. Devlet işlerinde çalışmak, çıkarcı, bağnaz dalkavuklarla uğraşmak ve dürüst olduğun sürece hain damgası yemek demektir. More, bu konularda öylesine alçakgönüllü ve öylesine gerçekçidir ki çok yüksek mevkilere gelmiş olsa da bu statülerin büyüsüne kapılmaz. Kralla olan ilişkisi adına gururlanan damadına krala yönelik olarak şöyle yanıt vermiştir:
“Kellem sayesinde Fransa’da bir kaleyi (savaşa gönderme yaparak) ele geçireceğini bilse kellemin uçacağından hiç kuşkun olmasın.” [16]

Bu sözleri bir bakıma yazgısıyla ilgili bir öngörü gibidir. VIII. Henry karısından boşanıp, başkasıyla yeniden evlenmek istediğinde onaylamayan Roma’ya karşı Katolik kilisesinden bağımsız, kendisine bağlı bir İngiltere kilisesi kurmak istedi. Thomas More, bunu onaylamaz görününce ve düşüncesini sözle ifade etmediği için cezalandırılmasını gerektiren bir şey yapmamış olduğu konusunda direnerek geri adım atmayınca, ihanetle suçlandı. İdam edildikten sonra kesik başı Londra köprüsünde bir kazığa çakılarak halka gösterildi.

“R.W. Chambers’e göre, o yalnız kutsal Katolik kilisesinin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü. Karl Kautsty’e göre de More, bir kralın aklına esti diye inançlarından vazgeçmeye yanaşmayıp idam sehpasına çıkmakla, kişiliğinin yüceliğini kanıtladı.”[17]

Ütopya ile More öylesine iyimser ve insancıl bir toplum tasarladı ki ütopya sözcüğü gerçeklikle bağdaşmaz görünen düşsel, düşüncede kalan gibi olumsuz anlamlar da kazandı.
Oysa Raphael Hythloday’ye göre yapılması gereken şeyler o kadar nettir ki; bunlar yapılırsa, ‘iyilik ve mutluluk ülkesi’ insanın isteği, özverisi ve çabasıyla gerçekleştirilebilir.
“Kendi yurdunuz içinde doğrulukla yaşayın ve yaşatın, devletin giderlerini gelirleriyle denkleştirin, kötülük kaynaklarını kurutun, saçma ve barbarca bir düzenin öldürmeye ve ölmeye sürüklediği mutsuzlara karşı işkence arayacak yerde, kötülüğü daha tohumdayken önleyecek, yok edecek insanca kurumlar yaratın.”[18]

Ütopya’da insanları mutluluğa ulaştırmanın en önemli yolu olarak ‘eşitlik’ ilkesinin uygulanması gerektiği vurgulanır. Bunun da tek yolu özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Thomas More’un bu görüşe Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden ve manastır yaşantısından esinlenerek vardığına dair görüş birliği vardır.
“Kilisenin başlangıçtaki eşitlikçi ve kömünal düzeni ile İsa’nın yaşamı ve öğretileri başta on altıncı ve on yedinci yüzyıldakiler olmak üzere ütopyalar için sürekli bir esin kaynağı olmuştur. ” [19]
More, herkesin eşit koşullarda çalıştığı bir toplumda çalışma saatlerinin de azalacağı görüşüyle sosyalizme yaklaşmıştır. İş bölümü dönüşümlüdür. Aileler, ortak evler, ortak mutfaklarda yaşar. Boş zamanlarda bahçe işleriyle uğraşılır. Platon’un Devlet’inde yasaklanan sanatlarla ya da seçkin zümreye hak görülen kültür edinme işleriyle uğraşılır.
Ütopyalılar birörnek giyinirler. Devlet yönetimi demokratiktir. Tek tip düzenliliği ile bireysel özgürlüklerin son derece kısıtlanmış olduğu bir yaşam tarzı sunması bakımından eleştirilse de bu adada özgecilik bireycilliği öylesine alt etmiştir ki bazı bireysel haklardan toplum yararına isteyerek vazgeçilmiştir. Yasa sayısı çok azdır ve suçu tasarlamak da suç işlenmiş gibi cezalandırılmayı gerektirir. Suçta ısrar edenler içinse kölelikten başka çıkar yol yoktur. Ayrıca Ütopya’da köle olmak başka bir ülkede özgür olmaktan iyidir.

Thomas More, sınıfsız bir toplum tasarlarken zenginliklerden eşit bir şekilde yararlanılmasının yeryüzünde insanlığı mutluluğa kavuşturacak bir çözüm olacağı düşüncesinden yola çıkmıştır. Vicdan ve din özgürlüğünden söz edilemeyen o yıllarda ütopyada dinsel hoşgörü çok önemlidir. Herkes dilediği gibi ibadet etmekte ve Tanrı’sını, dinini seçmede özgür bırakılmaktadır. Gerçi Raphael Hythloday, İsa’nın öğretisini yani Hıristiyanlığı ada halkına tanıtma çabasındadır ama ütopyalıların ilgisini çeken nokta, ilk dönem Hıristiyanlığında malın mülkün ortak olması ve İsa’nın yoksulluğu özendirici doğal yaşantısıdır.
Hıristiyanlık dininin insanı günahla doğan ve ancak ölünce günahlarından kurtulacak olan bir günahkâr olarak görmesine karşın Ütopya’da insana yeryüzünde mutlu olması gereken değerli bir varlık gözüyle bakılır.
Bir yandan düzenin üstünlüğü ve bireysel özgürlük arzusu arasındaki çelişme ve çatışmayı idealist bir yaklaşımla çözerken bir yandan modern toplumun ikilemlerini de çok açık bir şekilde dile getirdi. Ve böylece “More’un ütopyası modern ütopya’nın hiyerarşik değil demokratik olacağını ilân etti.”[20] Ayrıca yayılmacılık ilkesiyle de İngiliz emperyalizminin düşlerini pekiştirdi.



Edebiyat ve Ütopya…

Tommaso Campanella’nın (1568-1639) dinsel öğretileri bilimin ışığında doğrulama kaygısı, on yedinci yüzyıl başlarında Kopernik kuramının Galileo tarafından doğrulanması ile güneş merkezli evren kuramına geçişin bir yansımasıdır. Güneş Ülkesi’nde, bilgin-rahiplerden oluşan bir yönetici sınıf vardır. Campanella, kurduğu ütopyayı pratik açıdan uygulanamaz oluşu, katı bir düzen olması gibi konularda kendisi eleştirmiştir. Oysa; “Campanella’nın pratik etkileri Platon’la More’a göre çok geniş olmuştur. Öncekiler pratik alanda hiçbir yankı uyandırmadıkları halde Tommaso Campanella uzun bir süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması Güneş Ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştı.” [21]

Francis Bacon, (1561-1626) kaybedilen cenneti yeniden kurmak için bilimden ve dinden yararlanmak gerektiğini düşünmüştür. “Yeni Atlantis, bilimsel araştırmanın ürünlerine dayalı bir ütopya örneğidir. Bu yapıtta çok yönlü bilimsel araştırmayı örgütleyip yöneten ve sonuçları uygulamaya koyan geniş kapsamlı bir bilim kurumu hayal edilmiştir.” [22]
Bu bitmemiş yapıtında Bacon, erdemli yaşamı bilimle iç içe yaşayan bir halkı, Ben Salem halkını anlatır. Konuklar, görevliye bahşiş verilmek istediğinde, “bir iş için iki kez para almam” sözüyle karşılaşırlar.
Jonathan Swift, (1667-1745) Güliver’in Gezileri’nde dört ayrı yolculuk ile, cüceler ve devler ülkesine, bilim adamlarının olduğu bir uçan adaya ve Huiynim adı verilen atlar ülkesine yapılan yolculukları anlatmıştır. Huiynim’lar insanın olumlu özelliklerini toplamış canlılar olarak ütopik bir yaşam örneği sunarlar. Güliver, sonunda ‘insan’a öylesine yabancılaşır ki ömrünün kalan kısmını iki at alarak onlarla geçirmeye ve at gibi yaşamaya karar verecek kadar aykırılaşır.
Edward Bellamy, (1850-1898) Geçmiş’e Bakış’ta zamansal bir atlama ile yani bir klasik zaman yolculuğu tekniği kullanarak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında uyutulan kahramanı 2000 yılında uyandırmış ve iki zaman dilimindeki Amerika’yı karşılaştırmıştır. “Geçmiş’e Bakış’ta ortaya çıkan toplum bir yandan Thomas More’un Ütopya’sı bir yandan Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i ile karşılaştırılabilir. Geçmiş’e Bakış, Ütopya’daki üretim ve paylaşım anlayışını Yeni Atlantis’de öngörülen teknolojik gelişmelerin gerçekleştirdiği bir topluma uygulamıştır. Böylece Bellamy çözümü ekonomi ve endüstriyi yürütüp yöneten ulusal bir endüstri ordusunda görmüştür. ” [23]

William Morris, (1834-1896) ise Düş Dünyasından Haberler’de, Geçmişe Bakış’ta kurulan merkeziyetçi örgütlenmenin tersine, bireysel duygu ve düşüncelere dayanan endüstrileşme, makineleşme, toplu üretim ve ekonomik bunalımların geride kaldığı doğayla ve insan doğasıyla iç içe bir yaşantı kurgulamıştır. Batı ütopyalarının en hümanisti olan bu yapıta geçen bir diyaloga göz atalım:
“Çalışmanın karşılığı nedir?”
“Sevişmenin karşılığı ne ise odur.”

H.G.Wells, (1866-1946) Çağdaş Bir Ütopya’da, ütopya anlayışını tartışma konusu yaparak, çözümün bölgesel değil tüm dünyayı kapsayan nitelikler göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu amaçla dünyanın bir ikiz gezegenini kurgulamıştır.

B.F. Skinner ise Walden İki’de davranışsal yöntemlerle uygulanabilecek olumlu pekiştireç yoluyla insanlara deneysel verilere dayanarak belirli davranışların kazandırılabileceğini, böylece insanın iç dünyasının acılarının azaltılabileceğini savundu.

Yazılı bir metin olarak değerlendirildiğinde Ütopyaların kurgusal ortaklıklarından söz edilebilir. Gezgin yaşantısı olan bir anlatıcı ile diyalog, bir deniz kazası sonucunda ütopik adada uyanış gibi… Böylece okurlara ütopik kentin ve kent yaşantınsın tanıtılması yoluna gidilir.
Genel bir yaklaşımla Ütopya türlerinin tam olarak roman unsurlarını içermediği söylenebilir. Kişilerin yaşantısına genel bir toplugörünümden bakan ve tasarlanan toplum düzeninin ayrıntılı olarak benimsenmesi üzerine kurulan bir tür olarak öncelikle romanın kurgusal anlamda içerdiği gerilim unsurundan yoksundur. Bu açıdan bakıldığında Ütopyaların, yazarı tarafından roman şeklinde tasarlansalar bile, romanın bilimkurgu ve fantastik roman olarak isimlendirilen türlerine açılan bir çizgide durdukları söylenebilir.

Teori olarak Ütopya…

Henri Saint-Simon, Charles Fourier, Agueste Comte, Herbert Spencer ve Karl Marx’ın ‘ütopya’ sözcüğünü kullanmaktan kaçındıklarını vurgulayan Krishan Kumar; “Marx’ın ütopyaları küçümseyerek görmezden gelişi – geleceğin lokantalarına yemek tarifleri yazmakla uğraşmıyorum- sonraki sosyalist harekete ağır bir bedel ödetti.” der.

19. yüzyıl sonlarında yoksul halklar için karamsar dünya gerçekliğinden tek kurtuluş umudu ‘sosyalizm’de odaklandı. 20. yüzyılın ilk yarısında ırkçı bir çılgınlık boyutuna ulaşan Hitler’in Nazi Almanya’sı bir ütopik faşizm olarak değerlendirilemez mi? Bir zamanlar yani yoksullar için bir cehennem olduğu anlaşılmadan önce, bereketli toprakları, geniş coğrafyası ile Amerika ütopik bir zenginlikler ve özgürlükler ülkesi değil miydi?

Ütopya teriminin gerçeklikten uzak ve uygulanamaz olan anlamı vurgulanarak, sosyalizmin ütopik olduğunu düşünenler için pratikte yaşanan sorunlar, halkı yoksulluğa köle etmeyen bir toplumsal kalkınma ve yaşama modeli olarak görülen Sovyetler Birliği’nin ardından diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin çöküşü, deneysel bir kanıt olarak ele alınmıştır.
“Sovyetler Birliği, der Andre Gide en saf umutlarımıza ihanet etti. Ve bize dürüst bir devrimin tehlikeli bir bataklığa gömülebileceğini trajik bir şekilde gösterdi. Eski kapitalist toplumun aynısı yeniden kuruldu. Serfliğin bütün o sefil köleci mantığı ile insanı ezen ve sömüren yeni ve korkunç bir despotizm.” [24]

Bu noktada antiütopya’ya çarpmış oluyoruz. Zamyatin; We, Huxley; Cesur Yeni Dünya, Arthur Koester; Gün Ortasında Karanlık ve George Orwell; 1984 ile antiütopyacı bir duruşla sosyalizmi hedeflediler. “Modern antiütopyayı sosyalizm yaratmıştır.” [25]

Marksist teorisyenlerin de bugün kapitalizmin baskıcı gücü altında azınlıkta ve yenik duran sosyalistlerin de üzerinde enine boyuna düşünmesi gereken tarihsel süreç- ne yazık ki- isyanlarla, savaşlarla, soykırımlarla doludur. Ve ne acıdır ki insanlık hâlâ tüm insanları eşit koşullar altında sahiplenen bir dünya düzeni kuramamıştır. Tüm insanları kucaklamak bir yana açlığın, kuraklığın, kıyımların bile önüne geçilememiştir. Yoksulluk ve sömürüden uzak, zenginliklerden eşitçe yararlanılan özgür ve mutlu insanların ortak üretimle kuracağı herkes için ‘daha’ yaşanılabilir bir dünya binlerce yıllık evrimin kıyısında bekleyen ütopik bir ada değildir oysa.


Ayrıca yararlanılan kaynaklar;
-Güneş Ülkesi, Tommaso Campanella- Çev; Vedat Günyol, Haydar Kazgan- Çan Yayınları
-Yeni Atlantis, Francis Bacon
-Ütopyacılık ve Marksçı Hümanızma, Hans Mühletsin- Çev; Vedat Günyol- Çan Yayınları

Nilüfer Altunkaya


[1] (Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, N.Mehmet Solmaz- Dr. İsmail Lütfi Çakan)

[2] (a.g.e.)

[3] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi
[4] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi
[5] Yeryüzü Cennetleri Kurmak- Ütopyalardan Seçmeler- Derleyen Nail Bezel, Önsöz
[6] Devlet, Platon – Alter Yayıncılık

[7] Felsefe Tarihi, Macit Gökberk- Remzi Kitabevi

[8] (a.g.e.)

[9] (a.g.e.)

[10] (a.g.e.)

[11] (a.g.e.)

[12] Ütopya, Thomas More- Çev; Mina Urgan- Önsöz

[13] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi

[14] (a.g.e.)

[15] Utopia, Thomas More-Çev;Sabahattin Eyuboğlu, Vedat Günyol- Cem yayınevi
[16] (a.g.e.)
[17] (a.g.e.)

[18] (a.g.e.)
[19] (a.g.e.)
[20] (a.g.e.)
[21] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi

[22] (a.g.e.)

[23] (a.g.e.)

[24] Crossman aktaran Krishan Kumar; (a.g.e.)
[25] (a.g.e.)

Kurgu Kültür merkezi (Dergisi) 2. sayı

ütopyalar

Benim Hâlâ Ütopyam Var

Cennetten ayrılış…

“İnsan nimete kavuştuğu ya da yüksek bir makama ulaştığı zaman ilk arzusu burada devamlı kalmaktı. Devamlılık arzusunda en haklı kişi Âdem (a.s.) olmalıydı. Çünkü cennet’teydi. Haklı olarak Âdem (a.s.) bu arzuyu duydu. Şeytan da onu bu noktadan vurdu.
Nihayet şeytan onu fitledi;
- Ey Âdem sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir devleti göstereyim mi?(Taha 20/120)
- Rabbınızın sizi bu ağaçtan men etmesi, melek olmanız ya da burada temelli kalmanızı önlemek içindir.
- Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine de (yalan yere) yemin etti.
Şeytan;
- Böylece onların yanılmalarını sağladı. (el-A’raf 7/20-22)
- Âdem (a.s.) ve eşi; melek olma veya cennette ebedî ihtimallerini duyunca Şeytan’ın kendilerine düşman olduğunu unuttular. Ağaca yaklaşma emrinde sabırsızlık ettiler. (Taha 20/115) Ağaçtan yediler.
- Ağaçtan meyve tadınca; ayıp yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamağa başladılar. Âdem rabbına karşı geldi de şaşıp kaldı. (Taha 20/121)
…Cennette başlayan insan hayatının ilk bölümü sona erdi. Âdem (a.s.) ile eşinin sebep olduğu olay; insana cennet öncesi dünya hayatını mecburi kıldı.”[i][1]
Kutsal kitaplarda anlatılan ilk günah ve cennetten kovuluş miti, şeytana yenilen ‘insan’ın cezalandırılması ve yeryüzüne indirilmesi ile sonuçlanır.
“ Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.” (el A’raf 7/24-25) [2]

Kaybedilen bu cennete kavuşmak insanlığın en büyük özlemi olmuştur. Altınçağ söylenceleri, Avustralya yerlilerinin (Aborjinlerin) Hayal Zamanı, Çinlilerin Taocu Mükemmel Erdem Çağı ve Dante’nin İlahi Komedyası bu özlemi dillendirir. Batılı düşünmede Yahudi Mesih düşüncesinden beslenen Hıristiyan binyıl inancı cennete kavuşma özleminin bir yansımasıdır. Mesih’in gelişi ile çekilen acılar sona erecek, barış, bolluk ve erdem çağı başlayacaktır. Böylece binyıl inancı ile ‘inananlar’ ödüllendirilecek ve gelecekte bir gün sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır.

Altınçağ, insanoğlunun yeryüzünde yaşadığı son mutlu çağdır. Bu dönem, derebeylik öncesi, sınıfların doğmamış olduğu, insanların tarım ya da hayvancılıkla uğraşarak gereksinimlerini doğadan doğrudan karşıladığı, kimsenin kimseye üstün olmadığı bir dönemdir. Yoksulluk ve varsıllık yoktur. Suç olmadığı gibi ceza da yoktur.

İnsanın doğanın bir parçası olarak doğal yaşantısında mutsuz olmadan yaşadığı bu Altınçağ sonrasında özel mülkiyet ile birlikte eşitsizlikler de başlamıştır. Bu bolluk içinde yaşanan ‘devlet’siz düzende köleler yoktu. “Yoksulluğu baskıyla kontrol altında tutacak ‘devlet’ ilkçağın köleci devletleriyle kurumsallaşmıştır.” [3]

Eşitlik ve özgürlük içinde yaşanabilecek bir toplum yaşamı olanaksızlaştıkça insan doğayla olan savaşını kazanmak pahasına kendisiyle olan savaşını kaybetmeye başlamıştır.
İnsanlığın binyıllardır Eden Bahçelerindeki (Tevrat’ta geçen cennet bahçeleri) gibi mutlu yaşabilecekleri bir cennet özlemi olsa da yeryüzünde buna uygun bir toplumsal yaşam kurulamamıştır.

Böylece mutlak mutluluk yeryüzünde yakalanamayarak ‘öteki’ dünyaya ertelenmiş, kutsal kitaplarda geçen cennete, bu dünyadaki haksızlıkların hesabının sorulabileceği ve yaşanabileceği bir yaşam sonrası cennete bırakılmıştır.
Bütün bu cennetlerde geçen yiyecek, içecek gibi besin gereksinimlerinin karşılanmasındaki bolluk ve bunlara ulaşmadaki zahmetsiz eşitlik dikkat çekicidir. Öyleyse bedensel gereksinmelerin ‘zahmetsiz’ ve ‘eşitlik içinde’ karşılanması tüm cennetlerde varolan bir olgudur.

Toplumsal yaşam insanın, doğanın ona zaten sunduğu mutluluğuna engeller koydukça ‘insanın mutluluk içinde yaşayabileceği toplum, nasıl bir toplumdur?’ sorusuna yanıtlar aranmaya da başlanmıştır.

Yeryüzü cennetleri tasarlamanın tarihi çeşitli kültürlerde farklı zamanlara uzansa da esas itibariyle ‘ideal kent’ tasarımı ile en iyi devletin nasıl kurulabileceğini araştıran Platon başlangıç kabul edilir. “Bu yüzden T. Olson; Ütopya bir tür olarak Yunan kültür toprağı üzerinde yükselir; başka hiçbir yerde de yükselemezdi.” der. Bu tespitle bağlantılı olarak ütopyacı gelenekte Platon’un büyük öneminin kabulü vardır. Öyle ki Platon’u ütopyacı olarak görelim ya da görmeyelim o “türün atasıdır.” Ve “daha sonraki ütopyalara yön veren temeli kurmuştur.” [4]

“Ütopya; düşte ve düşüncede kurulmuş eşitlikçi, doğru, mutlu ve güzel bir toplum düzenidir. …İnsanoğlu en iyi saydığını kendi yaşam sürecinde yaratamazsa bile gönlünden geçeni umut, düşünce ve inanç dünyasında kuruyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan ülküler, bu dünyanın vermediğini vermesi beklenen ölüm ötesi cennetler buna örnektir.
Ütopya ise yeryüzünde süre giden koşullardan insan bilinci ve emeği ile yaratılmış erinç toplumunun düşüncede kurulmasıdır.” [5]

Devlet deyince…

Platon’u ‘bir kenti değil, refah içinde bir kenti ’, ‘doğruluk ve eğrilik’ kavramlarından yola çıkarak kurgulamaya iten neden, Hesiodos’a “Bu çağ daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?” dedirten bir çağda erdemli bir toplum kurmak düşüncesi miydi?

İdeal kent tasarımıyla, ideal toplum düşüncesine geçiş bir yeryüzü cenneti tasarlamanın ilk adımlarıydı. “İnsanda doğruluk nedir?” sorusuyla başlayarak birey ve toplum için doğruluk içinde yaşanılacak bir kent kurmayı amaçlayan Platon’un Atina’ya karşılık Sparta (Isparta) düzenini –özellikle aristokrat kökenli askerler düzeni açısından- örnek aldığı düşüncesi yaygındır.


Genel olarak ütopyalarda bu kentlerin karakteristik özellikleri farklılıklar gösterse de ideal kentin sistematik bir biçimde örgütlenmesi çok önemlidir.

Platon, devletin kuruluşunu nedensel olarak insanın tek başına kendisine yetememesine ve karşılanması gereken birçok gereksinimi olmasına bağlar. Gereksinimlerin karşılanması için kurulmuş bir kent… Başka işlerle uğraşmaksızın tek bir işle uğraşan dülgerler, çilingirler, dokumacılar, ayakkabıcılar, çiftçiler… Ama en önemlisi “işleri büyük ustalık ve dikkat isteyen” savaşçılar… Bu savaşçı; “Kentte iyi bekçilik edecek olan adam, yaradılışı bakımından filozof, coşkun ruhlu, çevik güçlü olmalı…”[6]

Platon’un insanların ortaklaşa yaşamalarını mutluluk sağlayacak şekilde düzenlemesi gereken ‘devlet’i üç ayrı kısımdan oluşacak şekilde kurulmuştur. (Platon’un insan ruhunu da üç ayrı bölüme ayırdığını anımsayalım.) Bu devlette “ruhtaki itkilere karşılık olan besleyenler takımı, iradeye karşılık olan koruyanlar takımı, akla karşılık olan öğretenler takımı”[7] vardır. “İştahlarında doğan bir kaygı ile günlük gereksinimlerinin ardından koşan yurttaşların büyük çoğunluğu topluluk hayatının maddi temellerini sağlar; koruyucular, dışarıya karşı düşmana savunma ile; içeriye karşı da kanunların yürütülmesini sağlamakla devletin varlığını korurlar; yöneticiler ilkeleri bulup belirtirler. Bütün devletin olgunluğunu da ona erdemler sağlarlar; bunlar da; Bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalettir.”[8]

Yurttaşların ‘erdemli’ yaşayışlarını engelleyecek ya da ‘kusursuz’ işleyen düzenini aksamasına yok açabilecek aykırılıklara göz yumulmaz. Hesiodos ve Homeros’un şiir ve destanlarında anlattıkları çocuk ve gençlerin ereğe uygun bir şekilde yetiştirilmesi açısından zararlıdır. Ve Platon’un aktarımıyla sorar Sokrates; “Peki yalnızca şairleri gözaltında tutup şiirlerinde iyi huyları betimlemeye mi, yoksa hiç şiir yazmamaya mı zorlamalıyız? Öbür sanatçıları da gözaltında tutup onların kötü huyları, dizginsizliği, alçaklığı, uygunsuzluğu ya canlıların betimlenmesinde, ya yapılarda yahut da başka bir sanat yapıtında göstermelerine engel olmamalı mıyız?”[9]

Platon’a göre gençlere ‘ölçülülüğü’ öğretmek için şiir ve sanat uygun değildir. Çünkü
“ölçülü, akıllı olmanın yolu egemenlere baş eğmek; içki, aşk ve yemek gibi hazlarla da kendi nefsine hâkim olmaktır.”
“Tanrılardan kötülük gelmesine olanak yoktur” diye düşünen Platon; “kutsal bir varlık gibi önünde secde ederdik” dediği şairi kentine sokmaz… “Başına kokular sürdükten, yün şeritlerden bir taç koyduktan sonra onu başka bir kente gönderir.” [10]

Platon’un devletinde yöneticilerle savaşçılara özel mülkiyet yasaktır. Kadınları, çocukları ve malları ortaktır. Platon, bunu devletin işleyişinde aksaklıklar olmaması adına zorunlu görür.
Çünkü; “toprağa, evlere, paraya sahip olurlarsa, bekçiyken ev sahibi ve çiftçiye, öbür yurttaşların dostlarıyken düşmanlarına ve zalim efendilere dönüşürler.”[11]
“Kimlerin yöneteceğini, kimlerin yönetileceğini” saptamak gibi bir sorunu çözerken “yaşlıların yönetmesi, gençlerin de yönetilmesi” gerektiğini vurgular.
Platon’a göre Tanrı insanları yaratırken önder olmaları için yarattıklarına doğdukları zaman altın katmıştır, bu onları en değerli yapar. Yardımcılara gümüş, çiftçilere ve diğer zanaatkârlara da demir ve tunç katmıştır. Öyleyse; sınıflar ve ayrıcalıklar doğuştandır ve kaçınılmazdır. Ayrıca devletin başına geçecek olan kişiler, edebiyat, musikî (izin verilen seslerle) ve matematikle eğitilmeli sonra da felsefe ile uğraşmalıdır. Böylece ‘seçkin’ bir yönetici sınıf oluşturulur. Çoğunluğu oluşturan ve ‘para’ ile ilişki içindeki geniş kitleler, bu seçkin yönetici sınıfın egemenliği altında yaşayan yurttaşlardır. Para ile ilişkili olmak, “zekâ bakımından değerli olmayan, bedenleri ağır işlere uygun, iş güçlerini satan” sınıflar için gereklidir. Yöneticiler ve savaşçılar dışındaki çoğunluğu değersiz gören bu devlet oligarşik ve totaliterdir.
“Devlet adamlarının ‘gerektiğinde’ (belki de çoğunluğu daha iyi yönetebilmek adına N.A.) insanların yararına yalana ve düzene başvurabilirler… Bu tür yalanları da birer ilaç gibi yararlı sayarlar. Böylece ütopyaların tarihini yazan ünlü Amerikalı eleştirmen Lewis Mumford’un dediği gibi, hiç kimse başkaldırmasın diye, bu erdemli yöneticiler “Platonik bir Pentagon içinde bir CIA oluştururlar aslında.” [12]

“İyi yaşama dair antik görüşler, eski toplumun kaçınılmaz sınırları olarak gözüken hatlarda çevrelenmişti. Bunlar arasında eşitsizlik ve hiyerarşi ihtiyaçları vardı. Lewis Mumford’un dediği gibi “ütopyayı kölelikten, sınıf egemenliğinden ve savaştan arındırmak yerine evliliği ve özel mülkiyeti kaldırmak Yunan ütopyacılarına daha kolay geliyordu.”
…Platon’un Devlet’indeki en radikal görüşte bile sınırlar bellidir. Aristoteles, Platon’un yurttaşlardan oluşan gövdenin hemen hemen hepsini oluşturan yönetici olmayan yurttaş kitlesi –başka deyişle çiftçiler ve zanaatkârların oluşturduğu üçüncü sınıf- konusunda bizi neredeyse hiç aydınlatmadığından yakınır… Aristoteles’e göre Platon “bir insan heyetini devletin kalıcı yöneticileri” yaparak iktidardan uzak tutulan bu büyük çoğunluk arasında “hoşnutsuzluk ve anlaşmazlık” körükleyecek bir sistem kurmaktadır.”[13]

Ve Ütopya…

Thomas More, (1478-1535) “ütopya sözcüğünü Yunanca yer anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen “eu” ve yok anlamına gelen “ou” takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirerek türetmiştir.” [14] Böylece sözcük “olmayan yer” ile “iyi yer” anlamını taşıyan bir ironi içermiştir. Thomas More, ütopya yapıtı ile hem düşte, düşüncede kurulmuş imgelem ürünü bir ‘ideal ’ toplum düzeni tasarladı hem de bu eseriyle edebî, siyasî ve felsefî bağlamları olan bir kavram oluşmasına öncülük etti.
Thomas More, bir Rönesans hümanistidir. Çok yanlı kişiliği, olaylarla dolu yaşamı ve birçok açıdan tartışılagelen idamı ile tarihin unutulmaz isimlerinden biri olmuştur. 16 yy. İngiltere sinde yaşanan yoksulluk, kargaşa ve haksızlıklara birebir tanık olduğu için bütün bunların yaşanmayacağı, insanların ‘hep beraber’ mutlu oldukları bir ‘hiçbir yer’ tasarladı. Bugün onu ölümsüz kılan bu ütopyasıdır.
Ütopya, Raphael Hythloday adlı bir gemici tarafından görülmüş bir adadır. Bu gemici ile yazar arasındaki diyalogda (1. Bölüm) genelde tüm modern yaşantılar, özelde İngiltere yasalar ve uygulamaları bakımından kıyasıya eleştirilir.

“Korkarım İngiltere’nin daha çok çekeceği var bu yürekler acısı yoksulluklar yüzünden” der Raphael Hythloday; “Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pençesine bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor. Büyüyüp suç işledikleri zaman… ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.” [15]

Bir yargıç olan More, idam cezasına özellikle hırsızlığın idamla cezalandırılmasına karşıdır. Çalana ve öldürene aynı cezanın verilmesini haksızlık olarak görür. Hırsızı yaratan zaten toplumdur.

Raphael Hythloday ile yazar arasında geçen diyaloğun dikkat çekici bir diğer noktası da kralın hizmetinde çalışmak konusudur. O yıllarda ne kadar dirense de Thomas More, VIII. Henry’nin hizmetine girmek durumunda kalmıştır. Bu konuda kendi düşüncelerini Raphael Hythloday ’ye söyletmeyi seçer gibidir. Devlet işlerinde çalışmak, çıkarcı, bağnaz dalkavuklarla uğraşmak ve dürüst olduğun sürece hain damgası yemek demektir. More, bu konularda öylesine alçakgönüllü ve öylesine gerçekçidir ki çok yüksek mevkilere gelmiş olsa da bu statülerin büyüsüne kapılmaz. Kralla olan ilişkisi adına gururlanan damadına krala yönelik olarak şöyle yanıt vermiştir:
“Kellem sayesinde Fransa’da bir kaleyi (savaşa gönderme yaparak) ele geçireceğini bilse kellemin uçacağından hiç kuşkun olmasın.” [16]

Bu sözleri bir bakıma yazgısıyla ilgili bir öngörü gibidir. VIII. Henry karısından boşanıp, başkasıyla yeniden evlenmek istediğinde onaylamayan Roma’ya karşı Katolik kilisesinden bağımsız, kendisine bağlı bir İngiltere kilisesi kurmak istedi. Thomas More, bunu onaylamaz görününce ve düşüncesini sözle ifade etmediği için cezalandırılmasını gerektiren bir şey yapmamış olduğu konusunda direnerek geri adım atmayınca, ihanetle suçlandı. İdam edildikten sonra kesik başı Londra köprüsünde bir kazığa çakılarak halka gösterildi.

“R.W. Chambers’e göre, o yalnız kutsal Katolik kilisesinin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü. Karl Kautsty’e göre de More, bir kralın aklına esti diye inançlarından vazgeçmeye yanaşmayıp idam sehpasına çıkmakla, kişiliğinin yüceliğini kanıtladı.”[17]

Ütopya ile More öylesine iyimser ve insancıl bir toplum tasarladı ki ütopya sözcüğü gerçeklikle bağdaşmaz görünen düşsel, düşüncede kalan gibi olumsuz anlamlar da kazandı.
Oysa Raphael Hythloday’ye göre yapılması gereken şeyler o kadar nettir ki; bunlar yapılırsa, ‘iyilik ve mutluluk ülkesi’ insanın isteği, özverisi ve çabasıyla gerçekleştirilebilir.
“Kendi yurdunuz içinde doğrulukla yaşayın ve yaşatın, devletin giderlerini gelirleriyle denkleştirin, kötülük kaynaklarını kurutun, saçma ve barbarca bir düzenin öldürmeye ve ölmeye sürüklediği mutsuzlara karşı işkence arayacak yerde, kötülüğü daha tohumdayken önleyecek, yok edecek insanca kurumlar yaratın.”[18]

Ütopya’da insanları mutluluğa ulaştırmanın en önemli yolu olarak ‘eşitlik’ ilkesinin uygulanması gerektiği vurgulanır. Bunun da tek yolu özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Thomas More’un bu görüşe Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden ve manastır yaşantısından esinlenerek vardığına dair görüş birliği vardır.
“Kilisenin başlangıçtaki eşitlikçi ve kömünal düzeni ile İsa’nın yaşamı ve öğretileri başta on altıncı ve on yedinci yüzyıldakiler olmak üzere ütopyalar için sürekli bir esin kaynağı olmuştur. ” [19]
More, herkesin eşit koşullarda çalıştığı bir toplumda çalışma saatlerinin de azalacağı görüşüyle sosyalizme yaklaşmıştır. İş bölümü dönüşümlüdür. Aileler, ortak evler, ortak mutfaklarda yaşar. Boş zamanlarda bahçe işleriyle uğraşılır. Platon’un Devlet’inde yasaklanan sanatlarla ya da seçkin zümreye hak görülen kültür edinme işleriyle uğraşılır.
Ütopyalılar birörnek giyinirler. Devlet yönetimi demokratiktir. Tek tip düzenliliği ile bireysel özgürlüklerin son derece kısıtlanmış olduğu bir yaşam tarzı sunması bakımından eleştirilse de bu adada özgecilik bireycilliği öylesine alt etmiştir ki bazı bireysel haklardan toplum yararına isteyerek vazgeçilmiştir. Yasa sayısı çok azdır ve suçu tasarlamak da suç işlenmiş gibi cezalandırılmayı gerektirir. Suçta ısrar edenler içinse kölelikten başka çıkar yol yoktur. Ayrıca Ütopya’da köle olmak başka bir ülkede özgür olmaktan iyidir.

Thomas More, sınıfsız bir toplum tasarlarken zenginliklerden eşit bir şekilde yararlanılmasının yeryüzünde insanlığı mutluluğa kavuşturacak bir çözüm olacağı düşüncesinden yola çıkmıştır. Vicdan ve din özgürlüğünden söz edilemeyen o yıllarda ütopyada dinsel hoşgörü çok önemlidir. Herkes dilediği gibi ibadet etmekte ve Tanrı’sını, dinini seçmede özgür bırakılmaktadır. Gerçi Raphael Hythloday, İsa’nın öğretisini yani Hıristiyanlığı ada halkına tanıtma çabasındadır ama ütopyalıların ilgisini çeken nokta, ilk dönem Hıristiyanlığında malın mülkün ortak olması ve İsa’nın yoksulluğu özendirici doğal yaşantısıdır.
Hıristiyanlık dininin insanı günahla doğan ve ancak ölünce günahlarından kurtulacak olan bir günahkâr olarak görmesine karşın Ütopya’da insana yeryüzünde mutlu olması gereken değerli bir varlık gözüyle bakılır.
Bir yandan düzenin üstünlüğü ve bireysel özgürlük arzusu arasındaki çelişme ve çatışmayı idealist bir yaklaşımla çözerken bir yandan modern toplumun ikilemlerini de çok açık bir şekilde dile getirdi. Ve böylece “More’un ütopyası modern ütopya’nın hiyerarşik değil demokratik olacağını ilân etti.”[20] Ayrıca yayılmacılık ilkesiyle de İngiliz emperyalizminin düşlerini pekiştirdi.



Edebiyat ve Ütopya…

Tommaso Campanella’nın (1568-1639) dinsel öğretileri bilimin ışığında doğrulama kaygısı, on yedinci yüzyıl başlarında Kopernik kuramının Galileo tarafından doğrulanması ile güneş merkezli evren kuramına geçişin bir yansımasıdır. Güneş Ülkesi’nde, bilgin-rahiplerden oluşan bir yönetici sınıf vardır. Campanella, kurduğu ütopyayı pratik açıdan uygulanamaz oluşu, katı bir düzen olması gibi konularda kendisi eleştirmiştir. Oysa; “Campanella’nın pratik etkileri Platon’la More’a göre çok geniş olmuştur. Öncekiler pratik alanda hiçbir yankı uyandırmadıkları halde Tommaso Campanella uzun bir süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması Güneş Ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştı.” [21]

Francis Bacon, (1561-1626) kaybedilen cenneti yeniden kurmak için bilimden ve dinden yararlanmak gerektiğini düşünmüştür. “Yeni Atlantis, bilimsel araştırmanın ürünlerine dayalı bir ütopya örneğidir. Bu yapıtta çok yönlü bilimsel araştırmayı örgütleyip yöneten ve sonuçları uygulamaya koyan geniş kapsamlı bir bilim kurumu hayal edilmiştir.” [22]
Bu bitmemiş yapıtında Bacon, erdemli yaşamı bilimle iç içe yaşayan bir halkı, Ben Salem halkını anlatır. Konuklar, görevliye bahşiş verilmek istediğinde, “bir iş için iki kez para almam” sözüyle karşılaşırlar.
Jonathan Swift, (1667-1745) Güliver’in Gezileri’nde dört ayrı yolculuk ile, cüceler ve devler ülkesine, bilim adamlarının olduğu bir uçan adaya ve Huiynim adı verilen atlar ülkesine yapılan yolculukları anlatmıştır. Huiynim’lar insanın olumlu özelliklerini toplamış canlılar olarak ütopik bir yaşam örneği sunarlar. Güliver, sonunda ‘insan’a öylesine yabancılaşır ki ömrünün kalan kısmını iki at alarak onlarla geçirmeye ve at gibi yaşamaya karar verecek kadar aykırılaşır.
Edward Bellamy, (1850-1898) Geçmiş’e Bakış’ta zamansal bir atlama ile yani bir klasik zaman yolculuğu tekniği kullanarak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında uyutulan kahramanı 2000 yılında uyandırmış ve iki zaman dilimindeki Amerika’yı karşılaştırmıştır. “Geçmiş’e Bakış’ta ortaya çıkan toplum bir yandan Thomas More’un Ütopya’sı bir yandan Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i ile karşılaştırılabilir. Geçmiş’e Bakış, Ütopya’daki üretim ve paylaşım anlayışını Yeni Atlantis’de öngörülen teknolojik gelişmelerin gerçekleştirdiği bir topluma uygulamıştır. Böylece Bellamy çözümü ekonomi ve endüstriyi yürütüp yöneten ulusal bir endüstri ordusunda görmüştür. ” [23]

William Morris, (1834-1896) ise Düş Dünyasından Haberler’de, Geçmişe Bakış’ta kurulan merkeziyetçi örgütlenmenin tersine, bireysel duygu ve düşüncelere dayanan endüstrileşme, makineleşme, toplu üretim ve ekonomik bunalımların geride kaldığı doğayla ve insan doğasıyla iç içe bir yaşantı kurgulamıştır. Batı ütopyalarının en hümanisti olan bu yapıta geçen bir diyaloga göz atalım:
“Çalışmanın karşılığı nedir?”
“Sevişmenin karşılığı ne ise odur.”

H.G.Wells, (1866-1946) Çağdaş Bir Ütopya’da, ütopya anlayışını tartışma konusu yaparak, çözümün bölgesel değil tüm dünyayı kapsayan nitelikler göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu amaçla dünyanın bir ikiz gezegenini kurgulamıştır.

B.F. Skinner ise Walden İki’de davranışsal yöntemlerle uygulanabilecek olumlu pekiştireç yoluyla insanlara deneysel verilere dayanarak belirli davranışların kazandırılabileceğini, böylece insanın iç dünyasının acılarının azaltılabileceğini savundu.

Yazılı bir metin olarak değerlendirildiğinde Ütopyaların kurgusal ortaklıklarından söz edilebilir. Gezgin yaşantısı olan bir anlatıcı ile diyalog, bir deniz kazası sonucunda ütopik adada uyanış gibi… Böylece okurlara ütopik kentin ve kent yaşantınsın tanıtılması yoluna gidilir.
Genel bir yaklaşımla Ütopya türlerinin tam olarak roman unsurlarını içermediği söylenebilir. Kişilerin yaşantısına genel bir toplugörünümden bakan ve tasarlanan toplum düzeninin ayrıntılı olarak benimsenmesi üzerine kurulan bir tür olarak öncelikle romanın kurgusal anlamda içerdiği gerilim unsurundan yoksundur. Bu açıdan bakıldığında Ütopyaların, yazarı tarafından roman şeklinde tasarlansalar bile, romanın bilimkurgu ve fantastik roman olarak isimlendirilen türlerine açılan bir çizgide durdukları söylenebilir.

Teori olarak Ütopya…

Henri Saint-Simon, Charles Fourier, Agueste Comte, Herbert Spencer ve Karl Marx’ın ‘ütopya’ sözcüğünü kullanmaktan kaçındıklarını vurgulayan Krishan Kumar; “Marx’ın ütopyaları küçümseyerek görmezden gelişi – geleceğin lokantalarına yemek tarifleri yazmakla uğraşmıyorum- sonraki sosyalist harekete ağır bir bedel ödetti.” der.

19. yüzyıl sonlarında yoksul halklar için karamsar dünya gerçekliğinden tek kurtuluş umudu ‘sosyalizm’de odaklandı. 20. yüzyılın ilk yarısında ırkçı bir çılgınlık boyutuna ulaşan Hitler’in Nazi Almanya’sı bir ütopik faşizm olarak değerlendirilemez mi? Bir zamanlar yani yoksullar için bir cehennem olduğu anlaşılmadan önce, bereketli toprakları, geniş coğrafyası ile Amerika ütopik bir zenginlikler ve özgürlükler ülkesi değil miydi?

Ütopya teriminin gerçeklikten uzak ve uygulanamaz olan anlamı vurgulanarak, sosyalizmin ütopik olduğunu düşünenler için pratikte yaşanan sorunlar, halkı yoksulluğa köle etmeyen bir toplumsal kalkınma ve yaşama modeli olarak görülen Sovyetler Birliği’nin ardından diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin çöküşü, deneysel bir kanıt olarak ele alınmıştır.
“Sovyetler Birliği, der Andre Gide en saf umutlarımıza ihanet etti. Ve bize dürüst bir devrimin tehlikeli bir bataklığa gömülebileceğini trajik bir şekilde gösterdi. Eski kapitalist toplumun aynısı yeniden kuruldu. Serfliğin bütün o sefil köleci mantığı ile insanı ezen ve sömüren yeni ve korkunç bir despotizm.” [24]

Bu noktada antiütopya’ya çarpmış oluyoruz. Zamyatin; We, Huxley; Cesur Yeni Dünya, Arthur Koester; Gün Ortasında Karanlık ve George Orwell; 1984 ile antiütopyacı bir duruşla sosyalizmi hedeflediler. “Modern antiütopyayı sosyalizm yaratmıştır.” [25]

Marksist teorisyenlerin de bugün kapitalizmin baskıcı gücü altında azınlıkta ve yenik duran sosyalistlerin de üzerinde enine boyuna düşünmesi gereken tarihsel süreç- ne yazık ki- isyanlarla, savaşlarla, soykırımlarla doludur. Ve ne acıdır ki insanlık hâlâ tüm insanları eşit koşullar altında sahiplenen bir dünya düzeni kuramamıştır. Tüm insanları kucaklamak bir yana açlığın, kuraklığın, kıyımların bile önüne geçilememiştir. Yoksulluk ve sömürüden uzak, zenginliklerden eşitçe yararlanılan özgür ve mutlu insanların ortak üretimle kuracağı herkes için ‘daha’ yaşanılabilir bir dünya binlerce yıllık evrimin kıyısında bekleyen ütopik bir ada değildir oysa.


Ayrıca yararlanılan kaynaklar;
-Güneş Ülkesi, Tommaso Campanella- Çev; Vedat Günyol, Haydar Kazgan- Çan Yayınları
-Yeni Atlantis, Francis Bacon
-Ütopyacılık ve Marksçı Hümanızma, Hans Mühletsin- Çev; Vedat Günyol- Çan Yayınları

Nilüfer Altunkaya


[1] (Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, N.Mehmet Solmaz- Dr. İsmail Lütfi Çakan)

[2] (a.g.e.)

[3] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi
[4] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi
[5] Yeryüzü Cennetleri Kurmak- Ütopyalardan Seçmeler- Derleyen Nail Bezel, Önsöz
[6] Devlet, Platon – Alter Yayıncılık

[7] Felsefe Tarihi, Macit Gökberk- Remzi Kitabevi

[8] (a.g.e.)

[9] (a.g.e.)

[10] (a.g.e.)

[11] (a.g.e.)

[12] Ütopya, Thomas More- Çev; Mina Urgan- Önsöz

[13] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi

[14] (a.g.e.)

[15] Utopia, Thomas More-Çev;Sabahattin Eyuboğlu, Vedat Günyol- Cem yayınevi
[16] (a.g.e.)
[17] (a.g.e.)

[18] (a.g.e.)
[19] (a.g.e.)
[20] (a.g.e.)
[21] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi

[22] (a.g.e.)

[23] (a.g.e.)

[24] Crossman aktaran Krishan Kumar; (a.g.e.)
[25] (a.g.e.)


14 Mayıs 2010 Cuma

Vüsat O.Bener

SU ÇİÇEĞİNDEN YAZILAR- IV

/Sana şehri dolaştırdım bu gün. Işıltılar içinde yağmursuz, sevinçli. Fransızca şarkılar akıyordu, yalanlarımızın içinden. Yaşadığım şehrin ortasından geçen nehrin durgunluğuna baktı. Çok eskilerden akan bir yüzün vardı. Çok uzaklardan seslenen ellerin.
Yalnızlık benim sonsuzluğum, dedim. Güldün.
Kendimi sana yakınlaştırmaya ara verdikçe, okumaya devam ettim Vüs’at O. Bener’i.
Ödünç mutluluklarla avun hiç değilse, dedin. Bensizliğe alış, demek istedin yani.
Bu kadar sık arama beni, dedin. Bu kadar çok mektup yazma. Yüreğimde uykuya bıraktım seni, demekti bu. Yani özenli bir dokunuşla ürpermek acıtır seni, demek istedin.
Yağmur su çiçeğinin saçlarında ellerinin izdüşümüdür.
Anlarımız, lacivert bir yansımasıdır yaşamın.
Tek bir insan kalsa şu başıbozuk dünyada, insanlığın kurtuluşu yazmak olacaktır.
Yanımda olduğun ve sustuğun anlardakinden daha çok acımıyor canım yokluğunda .
Payıma düşen bu olsun. /


-Vüs’at O. Bener anısına saygıyla-
(Romanları:Buzul Çağının Virüsü, Bay Muannit Sahtegi’nin Notları)

Buzul Çağı’nın Virüsü; bir aydının bunalımlı iç sesiyle yaşamındaki aşkı, işi, siyasi görüşleri ve arkadaşlık ilişkilerini dolaylı- dolaysız aktarımlarla anlatan bir roman. Romanın baş kişisi Osman Yaylagülü üst düzey bir memur olup, okumayı, yazmayı seven bir kişidir. Evlilik dışı bir ilişkinin aşk kılığında süregelen gel-gitlerinde, kasaba yaşantısının ağır akan yaşamında, bunaltıcı ilişkiler ekseninde, anlaşılmazlığın sınırlarında kendine kendini anlatan bir iç sestir adeta. Dilin imgesel yoğunluğu, sözcük oyunlarıyla simgesel anlatımlara dönüşürken anlaşılırlık azalır. Bu atlamalarla düğüm düğüm akan kurgu, bilmeceler sunarak yakalar okuru. Zaman, yaşamda da anımsamalarla, yaşanan anın iç içeliği değil midir? Ve bu iç içelikte mutlak olan belirsizlik değil midir? Bu belirsizliğin içini, duyguyu, düşünceyi, algıyı, kişinin gerçek ve algısal yalnızlığını, bu yalnızlıktan yine kendine uzanışını koyarak doldurmaya çalışmak bilgece bir cesaret ister elbette.

Zamansal kurgunun atlamalarla dağıtılmış olmasına karşın, böylesine dolaylı aktarılan olayların kahramanı yanı başınızda yürümüş gibidir. Osman Yaylagülü, size kendi sırlarını anlatmış, insanlığınızın komik yanlarını acınası bir gülümseyiş gibi sunmuştur.

“ Romanın ekseni saydığımız ya da sayabileceğimiz Topal Osman, somutlaştırılmaya çalışılmış, ama galiba bir kavram..
…Kuşku duyarlılığı, kuşku aklı sentezi diyebileceğimiz Osman’ın karşısında bunların tam ortasında bir Faik Deniz var...
…Bana kalırsa Topal Osman ekseni asıl Faik Deniz’e büyük bir yük yüklemektedir. Daha doğrusu romanın asıl varmaya çabaladığı nokta, istenç Faik Deniz olsa gerek. ..
...İşin özünde bir Batı düşünce yapısı, bir Osmanlı düşünce yapısı bulanıklığı, karmaşası var.
…Bu kitap bir öykü değil. Bu kitap bir şey anlatmıyor. Bu kitabın anlattığı şeyler çok kaygan, gölgeli…” Vüs’at O. Bener (Cumhuriyet-Kitap Eki- sayı 816) (Bu ifadeleri yazar, Bir Tuhaf Yalvaç’ taki bir söyleşisinde kullanmıştır.)



Osman Yaylagülü, Faik Deniz ve Kemal üç yakın arkadaştır. Faik, kahraman olarak belirsizliklerle çizilmiş olsa da en sessiz uyuşmazlığın yoğunluğuyla yaşamını sonlandırmış olması ve Nazım’ı seven, şiir meraklısı bu can dostun Osman’a bıraktığı mektupta “Canın çok yanacak biliyorum.” demesi oldukça dokunaklıdır.


Yazarın kendi ifadesiyle romanın ulaşmaya çalıştığı kişinin Faik Deniz olduğu gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Ama Faik Deniz tüm kişilerden daha az somutlaşıyor, okuyucuda.
Sonunda Faik Deniz, Osman’ın sesiyle sormak istediği soruyu sormuş olmanın iç huzuruyla dönüp dolaşıp aşkı, dostluğu, yaşamdaki tuhaf denebilecek rastlantıları, algının sevecenliğine adanmış kıpırtıları avucunuza sessizce bırakmış, gecenin kıyısından kayıp gitmiştir sanki…
Monologlar, romanı bir edebi şölene çeviren akılcı, çok çağrışımlı dramatik göndermelerle doludur. Özgün sözcükler, gülümseten ironiler, yarım cümleler, imge yoğunluğuyla sarmal bir kurgu içinde yoğunlaştırarak sorular sormayı başarır.
“İşlevlerimizi tam özümseyememek alışkanlığa yatkınlığın kanıtı değil mi?”
“Ben neyin tutsağıyım bilmiyorum, oynarken oynadığımı ayrımsıyorum desem, hayli aşırı kaçacak, yaşadığımı ayrımsayamıyorum desem, kendime bile inandırıcı gelmiyor.”
“Seni seviyorum. Yanlış anlama. Çok fazlanı değil, sen eksiğini.”
“Kendimle sevişmiş gibiyim.”
“Dağıldım gene özetlenebilecek gibi değil.”
“Yorgunluğun, bıkmanın da kendine özgü tadı, kokusu vardır. Yaşayamamak da yaşamaktır.”
“Kanayan tutkularında neyi parçalasan, içinde ben varım, dahası ruh göçüne uğrayarak ben olacağım.”
“Sen hep yanılgı ve yenilgilerinden oluştuğun için yaşayabilensin.”
“Biliyorum yanlıştı sana gelmem. Kalan yanlışlıklar değil midir zaten?” (Buzul Çağının Virüsü)

Bu derece kalıpları zorlayan romanımızın en özgün yapıtlarından biri olan Buzul Çağının Virüsü için söylenebilecekler elbette bunlarla sınırlı olamaz. Ama biraz da yıllar sonra kaleme alınmış Bay Muannit Sahtegi’nin Notları’na değinmek istiyorum.

Roman, bir yazarın molologları, içsel-dışsal çatışmaları, yaşlılığın getirdiği, götürdüğü güncel yaşantı biçimleri ve anılar silsilesinin düzenli zamansal ritimlerle yansımaları ekseninde akar. Bay Muannit Sahtegi, iç sıkıntısıyla yaşayan ve bu iğretilikle notlar yazan yine kötümser, uzak ve sevgisiz bir kahramandır. Somut- soyut akışını kişilerin yaşantısına katılışındaki açılıp kapanmış, bazısı açık kalmış parantezlerle sunar. Biraz farklıdır burada durum. Artık bir eş ölümü, geçen yıllar, kimi yaşanmış, kimi okunmuş anılar, ayrılıklar, kavuşmalar, iyimserlik, kötümserlik bir de akan güncel yaşama karşı soğuk tutumlar, çakışan düzlemlerle aktarılır.
Düpedüz, sözcüklerin edilginliğini kıpırdatan, açmazlık içinde bırakılmış düşüncelerin bu yolla tozunu almak isteyen, yüreğini yalnızlığını yalın bir uzaklıktan sunan bir ironi ustası kafamızı karıştırmak istemektedir.
Bu notlara düşülen tarihler zamanın akışının yani yaşanılmakta olanın bir kanıtı mıdır yoksa Sahtegi’nin bir oyunu mudur?

“Doğru günahlardır yaşamaya değen.”
“Anlatımızı, galiba ağlatımızı abartarak dillendirelim hele.”
“Ne çok ayrıntı yaşamın canına okuyor.” (Bay Muannit Sahtegi’nin Notları)
Kaskatı bir yalnızlıktan sızan bir günce demek haksızlık olur, bu düşünsel, dilsel açılımların yumuşacık aktığı notlara. Aynı zamanda yazılış sürecini de anlatan bir çok katmanlılık, iç içe, geriye ve yaşanılan ana dönüşümlerle kurgulanmış izlencesel yanı da dikkât çeken bir romandır. Belirsizliklerle çizilen sınırlar anlarla sunulan donuklaşmış bir yaşantı. Belki de sunulmak yerine çaresizlikle yazılarak kurtulmak istenen.

Fatoş, “sevmek, kul köle, zil zurna aşık olmak isteyip, öğüt dinlemek, hırpalanmak yazgısına” ara vererek gidince, “dönecek, perişan dönecek hem de hiç kuşkum yok. Peki ne demeye bu çapraşık birliktelik zincirini kırıp atamıyoruz? İkimiz de ödlek, zayıf insanlarız. Birden bire çökmedim, çekerek bugünlere geldim, hiç kimseyi, hele oncağızı suçlamaya kalkışmamalıyım.” diyerek bir iç hesaplaşmayla yorumlamaya çalışır Fatoş’un gidişini ve geride kalışı Bay Muannit Sahtegi.
Kimsesizlik içinde buruk bir yalnızlıkla yaşamın getirdiği tüm soyut-somut sıkıntılarla baş etmeye çalışan bir bilgeliği de vardır.
Onun varsayımlarıyla sığındığımız özgelik kendi tutarlılığıyla yol alır. Ne dediğini bilen birinin anlaşılmazlığını giyinir sözcükler. Dalgalar çekilince ıslak kumlarda ayak izleri görülür Bay Sahtegi’nin.

“Neyi, nasıl, niçin kurtarmak? Neden bunca korkmak yıkılmaktan, yok olmaktan. Canlılık rastlantısal oluşumu geciktirebilir avuntusuna sığınmayacağım, tek koşullu güvencem, gücüm bu.”

“Sonra bırakma, salma kendini, yaz ince eleyip sık dokumadan, kim ne derse desin.”

“Zaman eğrisi benimle birlikte, bana bağımlı, ne denli kendiliğinden çizildiyse, ben zamanı yitirinceye dek, onun ona yükseltilen aracısı olmayı benimseme alçak gönüllüğüne o denli katlanmış görüneceğim.”
“Dolaşık aman vermez biçem oyunlarını bozmaya, anlaşılırlığa yöneldiğimi kanıtlamaya çabaladığımdan bu yana övgüler almaya başladım.”

“Çocuk! Ben daha senin çağlarında akıntıya kürek çektiğimin ayırımındaydım, var kıyas eyle imdi nasılım?”
“Bir kış daha dayanmalıyım. Altmış beş yaşımı doldurabilirsem ikinci emekliliğimi kimse yadırgamaz sanırım artık. Ölümü beklerim, sessiz sedasız köşemde. Yollarda yığılıp, kalıverecekmişim gibi geliyor bana. Gözlerimin altı torbalandı. Ölüm nasıl beklenir? Param yeterse rakı içerek, gece gündüz birbirine karışır. Aragon’du yanılmıyorsam bu yöntemi benimseyen. Ben de ne Aragon’um ya. Alkışlarla alkışlarla geçivermedi hayat.”

Rakı içerek, geceyi, gündüzü birbirine karıştırarak, kurtuluşu olmayan bir anlatmak kaygısını yitirmemek adına yazarak, bir iç yangınını seyrederek geçer günler…

Yaşama bu kadar yakından bakmak mı yorar bizi? Biraz uzaklaşmak gerekirse Bay Muannit Sahtegi çağırır; kuşatılmışlığına, özgürlüğüne tüm suskunlukların, dile gelmemişliklerin, sonrasızlıkların insanı eriten aldırışsızlığına…Bir bölünmedir insan kendinde. İkiliği, varolanı ve olmayanı yani çelişkiyi taşır hep beraberinde. Çözülmezliğin anahtarıdır. Kendinde gizler şifreyi ve kilitli kalır çoğu zaman kapılar.

Öyleyse, kimlikler kimse, kişiler birer kimlik midir? İsimler etiket, meslekler yazgı mıdır?

/Ve aşk… Bu benim yanılgım.
Gönüllü yitik sevdanı baş ucumda bırakıp günün başıbozuk düşlerine kaskatı bir boşluktan uzanarak yaşanılanları yaşanılmamış kılmak. Suların sızılı, yargılı, erken vazgeçmiş damlarından susuzluğu tanımlamak...Zamanın durgunluğunda açayazmış en umutsuz suçiçeğinin yazgısıdır olsa olsa…
Sesini mavi sonsuzluğuna salmış her yazara ölmedin demek de bu yazgının gereğidir./

Nilüfer ALTUNKAYA

2007-2008
HeceÖykü sayı: 38

vüsat o.Bener

SU ÇİÇEĞİNDEN YAZILAR- III

/Bir zamansız kavuşmanın şiirini yazdın. Oysa ayrılık başlamıştı bile. “onu oraya sen koydun”*
Uzaklara bakışında, ölümü sezişinde, şehrin gözlerini yumduğu saatlerde bir otobüs penceresine asılı kalmış o vedaya ağlayışında. “Bir daha nerde? Ne zaman?” diye düşünmeden.
Zamanın acımasızlığına inat, kısacık saatlere, yüzyıllık ömürler biçebilmek. Gemilerin kederle sokulduğu bir liman şehrinden, gürültülü kalabalıkların yaşamsızca aktığı, köysel bir dev kente taşıyabilmek inancı.
Çaresiz gözlerini alıp, çekip gitti ayrılık. Gölgesini bıraktı her sevdaya değen. Ayrılık zamanın ıslığıydı. Sonsuzluğun duvarlarında çınlarken, yankısını duyduğumuz. Sevişmesiz. Korku verici sonsuzluğa yazgılı, tedirgin. Konuşamadan sokakları, şehirleri, anları, ayrılıkları, sevdaları, anıları, dokunuşları geçtik. Bir bedende dolaşan damarları gibi insanlığın.
Anlatamadıklarından dizeler yaptın. Geçtiğin ya da geçmekte olduğun yollarına dizdin ömrünün.
Anlatamadıklarımdan mektuplar yazdım. Serptim sözcükleri acıyla, sevdanın gözü yaşlı umutsuzluğuna./
-Vüs’at O. Bener anısına saygıyla-(Dost, Yaşamasız, Siyah-Beyaz, Mızıkalı Yürüyüş, Kapan )

Zamanın kuyusuna atılmış bir taşın geri gelen sesiyle ürpermek, yaşamın sokaklarında koşuşturmaktan yorulup, bir ağaç altında dinlenmek gibidir okumak. Yeniden başlamak gibidir. Yaşamdan bize kalanlarla avunmanın en tutarlı yoludur belki de…

Bazı yazarlarla tanışmak için geç kalırız bazen. Zamanın dalgalarıyla geriye itilir, yetişemeyiz seslerine. Bazen de yakalayıveririz, geciktiğimiz bir karşılaşmayı ucundan, kıyısından.
İşte böyle duygusal gel-gitlerin eşliğinde tutunduğum bir yazar oldu Vüs’at O. Bener. Bütün eserlerinin 4. cildi olan Dost, yazarın Dost ve Yaşamasız’da yer alan (1952-1957) ilk dönem öykülerini topluca okuma fırsatı yakalamamı sağladı. **

Vüs’at O. Bener, bu öykülerde derin duygusal sorgulardan, yaşam dolu katı gerçekliğe uzanarak, tasvire fazlaca yer vermeden mekanın algılanışını ayrıntı vuruculuğuyla vererek öyküdeki özgünlüğüne ulaşmıştır. Sokakları, insanları, geceleri dolaşırken keskin bir duyarlılıkla, umutsuzluğa yatkın, ölüme eğilimli bir hoşgörü ile anlatmıştır; bizi bize. Sindirilmiş bir özgüvenle acıtarak biraz.

Dolaylı ve dolaysız anlatımları, konusunu kahramanların (kişilerin), değerli/ değersiz kimliğine bağlı kılarak belirlediği kurgusu ile öyküleri son derece özgündür. Gülümsetirken acıtıcı bir buruklukla kedere, dostluktan ihanete, tutunma çabasından bırakılışa akıveren sıvımsı bir dokuyla örülmüş gibidir duyarlılığı.

Mekan (çevresel ortam), kişi ve olay akışıyla kıvılcımlı bir boş vermişlikle insanlığın karanlık kuytularına ışık tutan bir gezgin gibidir. Zorlayan monolog, diyaloglarla bilinç altı sorgulamalara uzanır. Özündeki yoğunluktan, yaşamdaki boşluğa akar.

Öykülerine tadına doyamamışlık katan ender yazarlardandır. Ve bu öyküleri aktaran “huysuz, ikircikli” yaşamdan hoşnut olmayan, tedirgin gülümseyen biri vardır hep. Sarhoşken de, aklı başındayken de bilgece bir umursamazlık içindedir yaşama karşı.

İçerik yönünden oldukça zengin olan bu öykülerde, Vüs’at O. Bener, gündelik yaşamın çileli kısır döngüsünde bile şaşırtıcı bir zenginlik sunar bize.
Dili zordur. Anlatıcının diğerlerine olduğu kadar, kendisine de sorularla yaklaştığı, düşünen bir dildir.


Bir dost evine yapılan ziyaret sonucunda, mutfağa ve kadınlığın yazgısıymış gibi eşiyle başlayan, çevresel tüm duyarsızlıklara kapatılmış bir kadın ve onun bu sıkışmışlıktan kurtulma amacıyla sığındığı umuttan hemencecik vazgeçivermesine şaşıran bir dost, küfesindeki bir avuç kömürü, “Bu kömür benim ağabey” diyerek sakınmaya çalışan hamal bir çocuk, tren yolculuğunun bir kibritle başlayan arkadaşlığında buluşanlar, ölülerin kınamadığına emin olduğu için aradığı huzuru mezarlıkta içerek dindiren biri, soğuk bir odanın yoksulluğuna zamansız ve pervasızca konuk olan yalın bir yaşamak çabasını kaygısızca giyinivermiş sözde akrabalar, gündelik konuşmaların resimlediği bakkal ve suçüstü yakalanıp, amansızca kovalanan bir hırsız, öyküsüne tanık olduklarımıza birkaç örnek olarak sayılabilir. Bu kişilerle öykü izleği kadın erkek ilişkilerinin karmaşasından, sarhoşluk hallerinden, erkek sosyal yaşantısının belirlediği mekanların tanıklığına akar.

Dildeki yetkinliğin, öyküyü öykü yapmaktaki öneminin ve yazarın dildeki egemenliğinin öyküye kalıcılık kattığının en iyi kanıtıdır bu öyküler.

Siyah- Beyaz, Kara Tren, Mızıkalı Yürüyüş’ te daha öz yaşamsal aktarımlar göze çarpmakta ve bu durum bazı öykülerin iç içeliğini sağlamaktadır. Dost ve Yaşamasız’daki kişi, mekan, yaşantı (olay) zenginliği yoktur ama bu öyküler de gerçeküstü kurgulamalarla, anı- anlatı çizgisini derinleştiren zorlu bir dil, sözcük ve biçimle öyküleştirilmiş duygular olması bakımından yine son derece özgündür.

Mızıkalı Yürüyüş, belki daha farklı bir çizgide değerlendirilmelidir. Hem daha anı, anlatı kokusu taşıdığı, hem de birbirine bağlı bölümlerden oluşan bütünlüklü bir yapısı olduğu için. Kapan’a uzanan süreçte yazılmış olan tüm bu öyküler, insanı acıtan bir duyarlılığın, derinliğin yansımalarıdır. İnsanı bir yazarın asla diğerleri gibi olamayacağı gerçeğiyle yüzleştirirken, yaşlılığın, kabullenilmiş yalnızlığın, soylu bir tebessümle yansıyışıdır sözcüklere.

Bir alçak zeminden yukarı açılan penceredir yaşam. Yaşlılığın yavaşlayan hatta akmayan zamanında başıboşça dolaşırken, o rahat tedirginliğine diken batırarak gün ışığına kapalı perdesini aralayanları aynı mutsuzluğa yaklaşarak karşılayan bir Vüs’at O. Bener buluruz pencerenin kıyısında. Bu pencereden çocuklarla konuşurken bile içindeki ikircikli adam çocuklara yakınlığının söylentilere neden olabileceğini düşünür. Oysa cıvıl cıvıl bir neşedir çocuklar, avutur bir yazarın yalnızlığını, yaşlılığını.
Burada yazarın gerçekliği ile kurgusal olan arasında bir koşutluk kurulmaması düşüncesinde olan Orhan Koçak ve Semih Gümüş’ e katılmak gerekir. Çünkü yazılanlar ne anıdır ne de otobiyografidir. Olsa olsa gerçeği edebileştiren kısa ve öz öykülerdir.



Ama bu durum, Kapan’ daki öyküleri zamanın ihanetine uğramış bir yazarın söyleşileri gibi görmemizi engellemeyebilir. Bu sefer acı, yokluk ve yaşamın katlanılmaz yanlarıyla dolu bir seyrin adresi hastane koridorları, odaları olur. Yaşam oyunu bozar. Bağımlılık, insanlara hasta sıfatını yapıştırmıştır. Yazarın kaleminden itirafa benzer, ürpertici bir yalınlıkla dile gelen acılar süzülür. İnsanlığın tüm hallerini yansıtmak amacıyla inatla sürdürür yazma çabasını. Ve yazdıkları, ironi dolu bir mutsuzlukla, lirik duyarlılıklardan gülümsemeler, gülümsemelerden gözyaşları akıtan bir yazarın acılarıdır. Öylesine hacimli, öylesine gerçektir yani.


Vüs’at O. Bener’de dil, bilinç sorgulamalarından, güncel yaşam olaylarına öylesine doğallıkla akar ki, öykünün kurgusu ve dil birlikte solunan bir havaya dönüşür. Ayrıntılar özgün bir ironi ile yine güçlü dil teknikleriyle vuruculaşır.

Belki eklemem gereken en önemli noktalardan biri de, onun iç sorgulamalarında iki sesli vicdansal bir dürtüyle, iyi - kötü ikileminin en özgün, en başarılı uygulayıcılarından biri olmasıdır. Yaşamın ve insanın uzağında duran çoğu sevgi ve sevinç aşırılıklarından nasibini almamış, son derecede ikircikli, dış dünyaya ve tüm insanlara karşı aynı duygusuzlukta olan, sorgulayıcı kişileri bir küçük cümleyle karmaşık iç dünyalarının kapılarını aralayıverir.

Kısa öyküye bunları sığdırabilmek kuşkusuz dilin gücüyle olanaklıdır. Vüs’at O. Bener’i öykümüzün kendine özgü önemli ve ayrıcalıklı ustası yapan da budur, sanırım.

Belki de gerçekten yaşadığı ülkenin tutarsız dinamiklerinde, coğrafyasına yayılmış hoşgörüsüz sözde demokrasisinde bu kadar çok düşünmek nihayetinde “tutunamamayı” getirmektedir.

Anılarını, söyleşilerini okudukça o güzelim insanların Ankara dostluklarına hayran kalmamak elde değil.

“…on beş günde bir toplanıyorduk, çok hoş anılarım var o günlere ilişkin. Leyla Erbil hatırlar, çok hoş çıkışlarımız oldu, yeni bir şeyler yapma hevesini doğuruyordu o konuşmalar, tartışmalar. Örneğin bizim küçük bir bodrum katı evciğimiz vardı, birisi bir şeyler yarattıysa heyecanlanıp pencereden girerdi. Cevat Çapan girerdi. Oğuz Atay’la tanışıklığımız o zamandan. Oğuz Atay’la askerlik döneminde Cevat Çapan tanıştırmıştı, büyük bir dostluk oluştu. Tutunamayanlar’ı basılmasından önce okumuştum, getirip Cevat’la bana vermişti. Böyle bir ortam birden bire çözüldü diyebilirim…” (Vüs’at O. Bener’ Bir Tuhaf Yalvaç)

Onu tanıdıkça bir alçak gönüllü yalvaç olduğunu görmek, zamanla ondan yayılan ironiye alışarak yaşamı biraz hafife almak, ölüme bile gülümsemeye çalışmak, hepsinden öte titizlik boyutunda bir dürüstlükle yazmaya çalışmak işten değil.

Onun ılımlı sevecen gerçekçiliği yaşamın katı duvarlarını aşıverir. Gerçi kadınlara karşı hiç de anlayışlı ve sevecen değildir kahramanları ama onların olağan dışı kişilik yapılarının en doğal sonucudur bu durum.

Ona, öncelikli değerini veren ilk eleştirmenlerden olan Semih Gümüş, Kara Anlatı Yazarı adlı kitabında öyküleriyle ve romanlarıyla ayrıntılı değerlendirmelerde bulunmuştur.


“Vüs’at O. Bener Türk edebiyatının en tekinsiz yazınsal anlatılarından birini gerçekleştirmiştir. Gerek dili ve dil biçemi; gerek oldukça sivri eleştirel tutumu; gerek bunaltıcı atmosferi ve sorunlu, bunalımlı kişileri; gerek yer yer çok güç sökülür anlam düzeyleri ve eni konu, saldırgan mizahı ve ironik dil biçimi ile edebiyatımızın uç beylerinden biri olarak nitelenebilir.” (Semih Gümüş, Kara Anlatı Yazarı)

Vüs’at O. Bener’i daha yakından tanımak isteyenler için Semih Gümüş’ün, Kara Anlatı Yazarı (Can Yayınları) adlı nitelikli eleştirel kaynağı ile yine güzel bir derleme olan “Bir Tuhaf Yalvaç” ( Norgunk yayınları) mutlaka okunmalıdır.

Onun öyküyle ilgili şu sözlerine kulak verelim;

“Yalnız öykünün temel özelliği şu, özlemi bir noktaya getirirsiniz ve düş kırıklığıyla karşılaşırsınız. Öyküde vuruculuk vardır, şok vardır. Bu nedenden dolayı, öyküye eğilimi olan kişilerin çoğunda burukluk, kırgınlık göze çarpar, bulamamışlık vardır.”

Döneminin çok ötesinde bir yazar olduğu bugün daha iyi anlaşılabilmektedir. Öyküsü kendi açtığı yolda taptazedir. Aynı güçte ve aynı dirençli bekleyiştedir.

Belki de şimdi bu yazdıklarımı aldırmazlıkla okuyup, “neden yazıyorsun ki?” diye soruyordur…

“Ben zaten hiç beceremedim hiçbir şey, iç yangını anılar yaratmaktan başka.” (Kara Tren)
“Ölümün birden bireliğinden korkmadığımı utangaç bir sesle söyleyebilirim.(Mızıkalı Yürüyüş)

/Suya değen ışığı süzerek alır içine su çiçeği. Yazmak sana inanmaktır./

* Nazım Hikmet’in dizesi
**Dost (1952) ve Yaşamasız (1957) Dost (1986) adıyla bir araya getirildi. (İletişim Yayınları)

Nilüfer ALTUNKAYA

Hece Öykü 38. Sayı

Aşkale yolcusu Kalmasın

AŞKALE YOLCUSU KALMASIN

Ahmet Aziz’in AŞKALE YOLCUSU KALMASIN adlı yeni romanı yedi bölümden oluşuyor. Öncelikle bu bölümleri ayrıntılı bir özetlemeyle sunmak istiyorum.

1.Bölüm

Roman, bir ‘teneke’ mahallenin daracık sokaklarının tasviri ile başlar. ‘Karartılmış kutsal bir yazgıyla’ mahallenin insanları birbirine benzer yoksullukları paylaşırlar. Sokağın evlerinden yayılan sesleri, rüzgâr ve yağmurla sırdaş bir alışkanlıkla arkasında bırakan Necip, önce polis Nusret’le karşılaşır. ‘Patlak, lokma gözleri olan, diliyle sokan, ağır söyleyip, kıran’ bir tipleme olan Polis Nusret hava karardığında korku veren düdük sesiyle, şehre ışık örtme uyarısı yapacaktır.
Bir eski evin önünde beş-altı çocuk, Arap kökenli çocuklarla dalga geçmekte iken Polis Nusret’in edep dışı uyarısıyla karşılaşırlar. Necip, evlerinin bahçesine adımını atarken akşam ezanının sesi duyulur.
“Tanrı uludur
Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak.”

Böylece Türkçe ezanla karşılaşırız. Necip, Çerkez Hilmi, Tarzan Halit, Cavidan Hanım ve kızı Sacide ile karşılaşırken, geçmiş yıllarda göz kamaştıran şimdiyse bir harabe olan konağın içini gezeriz. Böylece Necip’e ve konakta akan yaşantılara yakınlaşırız.
Necip, Cavidan Hanım’dan Ebe Manuş’un kocası Demirci Balımyan’ın ikinci askerliğe alınarak Ağva- Kandıra’ya gittiğini, kendilerinde de bir misafir olduğunu öğrenir. Necip ve anneannesi, harabe konakta kiracılarıyla yaşayıp giderken, büyük dayısı Mümtaz Bey’in ve kendisinden epeyce genç Feriha Hanım’ın ziyaretiyle tedirgin olmuşlardır.
Mümtaz Bey’in asıl niyeti açığa çıkınca ortam iyice gerilir. “Malumdan meçhule uzanan bilinmez yolun başlangıcı”dır bu. Büyük dayı Mümtaz Bey, “ pudralı, allıklı yüzüyle, ateş gibi yanan kırmızı dudaklarıyla sel olup akan güzel endamı”yla parıldayan Feriha Hanım’la evlenmek için konağı satma kararındadır.

Konak, bir eski İstanbul simgesidir. Osmanlı Burjuvazisinin Avrupa sınırlarına taşan yaşam tarzının soyluluk kokan simgesidir. Bu konaklardan biridir Nurbanu Hanım’a geçmişin büyüsünü tazeleten, kalabalık aile efradının yaşamını sürdürdüğü günlerin güzelliğini anımsatan…

Konağın satılması konusu ile biçimlenen konuşmalar, tasvirler, anımsamalarla Mümtaz dayının ticaret hayatıyla ilgili ayrıntılara kayar. Necip, dayısı için yaptığı yorumla onun kişiliğini özetler gibidir.

“İnsanın insan tarafından istismar edilmesinin demek ki ölçüsü yokmuş.” (s.21)

Mümtaz dayının sözleri savaşın durumu hakkında da ipuçları verir. Almanlar Prusya’yı geçmiş, bazılarının Hitler’in Kızılordu’yu yok etme düşleri gerçeklik kazanmaya başlamıştır.

Konuşmalar gerginleşir ve Mümtaz Dayı ile Feriha köşkten ayrılır.

Nurbanu Hanım’ın kırılgan ruhu, yaşlı bedeni bu son darbeye dayanamaz. Ertesi sabah yorgun, yaşlı bedenini uykuda bırakıp, kimseye sorun olmadan ölüverir.

2.Bölüm

Hüseyin Nihal’in alevli, hırçın konuşmalarıyla başlayan bu bölüm bizi bir yıl sonraya götürür. Mekan Mümtaz dayının ofisidir. Onun kâtibi Sait Hıdır ile Hüseyin Nihal ve onun çevresinden Fethi, Necdet gibi gençler diyalog halindedir. Bu konuşmalarda başı çeken Hüseyin Nihal, bilindiği üzere dönemin önemli kalemlerindendir. Türkçülük hakkında koyu yorumlarda bulunmaktadır. Çaycının çingeneliğinden yabancılık kavramına asil ırk olarak Türk ırkının yabancı kanlardan nasıl temizlenmesi gerektiğine dek uzanan konularda oldukça sert yorumlardır bunlar.

Yazar, başarılı bir kurguyla Hüseyin Nihal’i gözümüzde canlandırırken konuşmalarda önemli bazı isimlerin geçmesini de sağlayarak dönemin bazı olaylarına dikkât çekmeyi amaçlamıştır. Bu arada Necip, dayısının ofisine gelmiş, Hüseyin Nihal’le tanışmış, okuyucu artık Mümtaz Dayının öldüğünü, onun işlerini Necip’in üstlendiğini öğrenmiştir.

Konuşmalar, Zeki Velidî ile Doktor Reşid Galib arasındaki tartışmaya, Ali Muzaffer Bey’in Hüseyin Nihal tarafından tokatlanmasına, Şükrü Saraçoğlu’nun meşhur “Türküz, Türkçüyüz” konuşmasına, İzmir Suikasti sonucu Paris’e giden Doktor Rıza Nur’a, Reha Oğuz ile Hüseyin Nihal’in Bozkurtçu-Turancı zeminde akan görüş ayrılıklarına, Tanrıdağ dergisinden, Tasvir-i Efkâr gazetesine kadar dönemin belli başlı olay ve kişilerinin çevresinde gelişir.
Hüseyin Nihal, Hitlervari bir tavır takınarak konuşmakta, Reşat Fuat, H.İzzettin Dinamo, Osman Paçalı’dan üç sabıkalı komünist diye söz etmekte (s.54) komünist yayılmanın önlenmesi gerektiğini hiddetle savunmaktadır.
Tüm bu konuşmalardan sonra Hüseyin Nihal’in suçüstü mahkemesi gibi çalışacak olan bir haftalık mecbua için para gereksinmesi nedeniyle Necip’e geldiği anlaşılmaktadır.
Necip, Refik Saydam’ın Anadolu Ajansı’nda çalışan Yahudileri işten aldığını söyleyip, herkesin kapısının önünü süpürmesi gerektiği gibi imalarda bulunan Hüseyin Nihal’e oldukça sert bir yanıt verir.

Feriha’nın telefonu, Sait Hıdır’ın Necip’e iş çerçeveli öğütlerinden sonra Necip bürodan çıkar. Sokakta gün görmüş bir kadın ekmek karnesini satmaya çalışmaktadır.

3.Bölüm

Bu bölüm bir toplama kampındaki kişilerin tasviri ile başlar. Tedirgin tutuklular, jandarmanın emriyle eşyalarını yere bırakıp, üçerli sıralar halinde toplanırken bir jandarma Eczacı Kosta’ya hakaret içeren sözlerle bağırır. Varlık Vergisi nedeniyle tutuklanıp, Aşkale’ye gönderilecek olan mahkumların durumu, tutuklularla jandarmaların konuşmaları ve Eczacı Kosta, Tuhafiyeci Bedros, Otelci Lütüfyan, Sarraf Kırkia gibi gayrimüslimlerin yaşantılarından kesitler aktarılmaktadır.


Bu bölüm romana adını veren bölümdür. Varlık Vergisi ve sonuçlarının, gayrimüslimlere yapılan ağır ceza ve yaptırımların ana izleğinde akar.
Tutuklular arasında Necip’in komşusu olan Demirci Balımyan’ın babası Gazaros da vardır.

İlerleyen sayfalarda kampa Packart marka otomobil girer. İçinden çıkan badem bıyıklı adam, Sait Hıdır’dır. Necip Ferda Bey tarafından Gazaros’un borcunun ödenmiş olduğunu ve kendisini almaya geldiğini söyler, jandarma astsubay çavuşa. Sait Hıdır ile Necip sayesinde Aşkale’ye gitmekten kurtulan Gazaros, birlikte kamptan ayrılır. Gazaros’un kulaklarında jandarmanın alaylı bağırışları çınlamaktadır:

“Aşkale yolcusu kalmasın!”

4. Bölüm

Bu bölüm Tilki Cafer’in tasviriyle başlar. Sait Hıdır ve Necip’in diyaloglarıyla sürer. Bu diyaloglardan artık savaşın bittiğini Amerika’nın dünyanın yeni patronu olarak sahneye çıktığı anlaşılmaktadır. Sait Hıdır, ticaretin de buna göre şekillenmesi gerektiğini düşünmektedir.
Konuşmalardan ve yazarın yaptığı açıklamalardan anlaşılır ki Necip’in işlerini Sait Hıdır çekip çevirmektedir. Koçzade, gaz lambası devrinin kapanacağını görmüş, evlerin, vitrinlerin ampullerle donanacağını keşfetmiştir. Bundan sonra savaş sonrası üretim telefondan şofbene, elektrikli saç kurutma cihazlarından otomobillere kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılacaktır. Bu nedenle Sait Hıdır, iş ve para hırsından bi’haber olan Necip’i yönlendirmeye çalışmaktadır. Konu Necip’in Vatan ve Tan’da müstear isimle yazdığı yazılara gelmiştir.
Necip ve Hıdır’ın sohbetlerini sürdürdükleri Park Otel lokantasında gecenin ilerleyen saatlerinde kötü bir cinnet gerçekleşir. Ertesi günkü gazeteler cinayeti farklı yorumlarla verir.
Ve tarih 20 Mayıs 1944’tür. Cumhurbaşkanı İnönü’nün meşhur 19 Mayıs konuşmasının ertesi günü, elbette ki günün gazeteleri bu haberle kaplıdır.
“İnönü’nün nutkuna hakikaten bir mim konulması gerekiyordu, çok mühimdi. Bu nutuk meseleyi kökten halletmek için derin noktaları da deşerek harekete geçileceğinin bir işareti idi.”(s.126)

Bir gün önce, sabah saatlerinde “komünizmin nam ve hesabına Süleymaniye Camii minareli arasına çekilmeye çalışılan ‘Saraçoğlu Faşisttir’ ibareli pankart asılması ”, “Türkiye Komünist Partisi Üyesi Tahsin Berkmen adlı bir şahsın suç üstü yakalandığı, ele geçirilemeyen diğer komünistin (Mihri Belli) ise çok tehlikeli biri oluğu” gibi haberler gazetelerdeki diğer haberlerden bazılarıdır.

Ve Hitler 10 Mayıs’ta Sivastopol’u terk edince “Milli Şef, Turancılık fikrinin bir anda zararlı ve hastalıklı bir gösteriye döndüğünü ” anlar.
“Ortalıkta siyasi bir kasırga esmektedir.”

5.Bölüm

Bu bölüm emniyete bağlı önemli işler müdürlüğünün Başkomiseri ile Necip arasındaki konuşmalarla başlar. Mesele, Necip’in Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, Esat Adil ve M.Ali Aybar gibi isimlerle samimiyetidir. Necip, Vatan ve tan’da yazılar yazmakta ve bu durum hoşnutsuzluk yaratmaktadır.
Samet Başkomiser ve Necip’in konuşmaları son derece önemli konuları kapsar. Demokrat Parti’nin kuruluş aşaması ve Görüşler Dergisi’nin ilk sayısı, Amerika’nın para yardımını almak amacıyla hükümetin başlattığı komünist avı gibi konulardır bunlar.

Bu bölümde Cavidan Hanım ve kızı Sacide ile yeniden karşılaşırız.

Samet Komiser, Necip’in Görüşler’in ilk sayısına yetiştiremediği yazısını tamamladıktan sonra Sabiha Sertel’e ileteceğini söylemesi üzerine; “Yarın için acele etmeyin, dünya hali bu…” gibi laflar eder. (S.141) Necip bu tehditvari konuşmalara daha fazla dayanamaz. Evinden gitmelerini ister.
Ertesi gün 4 Aralık 1945’tir.
İstanbul Hukuk fakültesinde Profesör Doktor Hüseyin Naili Kubalı’nın kürsüsü ders ortasında meçhul bir genç tarafından saldırıya uğrar.

“Gencin elinde Tanin Gazetesi vardı. Ve “Kalkın Ey Ehli Vatan” başlığı okunuyordu. “Genç adam Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısını okumaya başladı.”

Böylece sınıfta uğultular başlar. Genç Tahsin Atakan’dır. Ve etrafını çeviren diğer talebelere açıklamalarda bulunur. Talebeleri okulun bahçesinde toplanmaya çağırır.
İstanbul Üniversitesi Merkez Bina bahçesinde toplanan öğrencilerin sayısı gittikçe artar. Uzun sopalara tutuşturulan İsmet İnönü resimleri dağıtılmaya başlanır.
Beyazıt Meydanı’nda da durum farklı değildir. Tramvaylar şehrin bir çok semtinden “aynı müşterek duygularla” dolu insanları sürü sürü Beyazıt’a taşımaktadır. (s. 151)

Kalabalık “Kahrolsun komünistler! Kahrolsun Serteller! ” sesleriyle Beyazıt Meydanını inletir. CHP İl Merkezi binasında Alaattin Tiritoğlu adeta kalabalığı yüreklendirir. İsmet İnönü resimleriyle bayraklar yine dağıtılır.
Tan gazetesi’nin camlarına ilk taşın atılması ile yaklaşık bir dakikalık süre içerisinde binada cam, çerçeve namına bir şey kalmaz. (S.154) Sonra bir çok alet edevat ile matbaa alt üst edilir. Serteller aleyhlerinde yapılacak gösteriden haberdar olmuş ve o gün matbaaya gelmemişlerdir.

Kırık cam, pencerelerden yayınlanacak yazılar, makaleler, haberler, roman tefrikaları, arşiv dokümanları, muhasebe kayıtları, Tevfik Fikret kitabının müsveddeleri atılmaya başlanır. “Tan Gazetesi’nin derisi yüzülmektedir.”

Saat onda başlayan bu baskın saat on buçuk sularında Babıali’deki ABC Kitabevine sıçrar. Gün dergisi, Yeni Dünya Gazetesi, Sabahattin Ali ve Cami Baykurt’un çıkardığı LA Turquie gazetesi, Nor Or (Yeni Gün) Gazetesi, Berrak Kitabevi de Tan Gaztesinin akıbetine uğrar.

6. Bölüm

Osman ve Sinan Haydar Paşa Lisesi öğrencileridir. İhtiyar bir adamla sohbetleri sırasında ihtiyar Missouri Zırhlısı’nı gösterir ve “Bunlar bizim yeni askerlerimiz mi?” diye sorar. Sinan’ın cevabı düşündürücüdür.
“ Onlar tarihin yeni efendisi.Şimdi dünyanın anasını bunlar ağlatacak.” (s.164)
Evet, Amerika medeni alemi yaratacak, Rusya’ya karşı yanımızda olacaktır.

Yavuz Firkateyni, Missouri Zırhlısı’na yanaşır, Munir Ertegün’ün naaşı Yavuz Firkateynine taşınır. Bu öylesine ihtişamlı bir tören havasında yapılmaktadır ki sanki “5 Nisan 1946 Cuma günü egemenlik kayıtsız şartsız Mussouri zırhlısına geçmiştir.”

İlerleyen sayfalarda Osman’ın Sait Hıdır’ın oğlu olduğu anlaşılır. Sait Hıdır köşkte Necip’i ziyarete gelmiştir. Yine onların konuşmalarından günün olayları hakkında fikir ediniriz. Necip, DP milletvekilliğini kabul etmemiş, çıkarları uğruna kişiliğinden ödün vermemiştir.

Yemek sofrasında konuşmalar siyasetten arınır. Necip’in Aynur hanımla yapacağı evlilik konusunda yoğunlaşır.

7. Bölüm

Müezzinin “Allâhü ekber” diyen sesinin duyulması ezanın Arapça okunduğunu vurgularken artık yeni bir dönemin başladığının da simgesidir.
Sait Hıdır’ın serzenişlerinden oğlu Osman’ın Kore’de öldüğü anlaşılmaktadır. Oğlunun katili hükümet ve Amerika’dır.
Osman’ın cesedini taşıyarak Çinlilerin arasından kaçıran Halit’in akıl hastalığı hakkında Doktor Nazmi Ziya ile konuşulmaktadır. Doktor Nazmi Ziya; “Bu çocuğun durumundan hükümetin haberi var mı?” diye sorar. Necip, “Hükümetin onunla işi bitti” diyerek eleştirel bir yorum yapar.

Halit’le Gazaros ve oğlu Balımyan ilgilenmektedir. Onların gelmesi beklenirken, Dr. Mahzar Osman’ın Halit’i tedavi etmesi konusu tartışılmaktadır. Bu sırada Halit, Gazaros ve Balimyan gelirler. Konuşmalar sırasında Halit, kendi dünyasına çekilip, ürküntü veren sesler çıkararak bir hayal bulutuyla sarılmışçasına yabancılaşır. Ortamı karamsar bir sessizlik kaplar.
Yazıhaneden çıkarlarken, Gazaros Doktor Nazmi Ziya’ ya esrarlı bir tavırla eğilir.
“Size bir şey sormak istiyorum. Kafamın içinde bir mukayese başladı.” der.
Gazaros, ara sıra kendisinin de bir ses duyduğunu ifade eder.

“Kökleri mazinin içinde duran; Aşkale yolcusu kalmasın, diye bir söz işitiyorum.”

Roman Gazaros’un bu sözleri ile biter.

Ahmet Aziz, “Aşkale Yolcusu Kalmasın” adlı yeni romanında dünyanın ve ülkemizin tarihinde önemli bir yer tutan 40’lı yılları ele almıştır. İkinci Dünya savaşında Hitler Almanya’sının üstünlük sağladığı ilk yıllardan Hitler’in yenilgisiyle sonuçlanan savaş sonuna ve 50’lilere Kore savaşı’na uzanan bir zaman dilimi romanın zamansal kurgusunu oluşturmaktadır.

Kırklı yıllara bakarken Şükrü Saraçoğlu’nun 5 Ağustos 1942 tarihli konuşmasını ve 19 Mayıs 1944’te İsmet İnönü’nün konuşmalarını alt alta getirmek iyi bir giriş olabilir.

“Biz Türküz. Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.”
Şükrü Saraçoğlu
(Başbakan)

“Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız belâ ve felaket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin, Türk milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnızca yabancılar faydalanabilirler. Fesatçılar yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Bunları hüküm olarak kestirmek bugün mümkün değildir. Ama yabancıya hizmet kastı ve yabancının yakın ilgisi hiçbir zaman meydana çıkmasa dahi hareketlerin Türk milletine, Türk vatanına zararlı olması ve bunlardan yalnız yabancıların faydalanmış olması söz götürmez bir hakikattir.” İsmet İnönü
(Cumhurbaşkanı)

Şimdi de o yılların önemli dava ve olaylarına çok kısaca değinelim.

Hüseyin Nihal Atsız- Sabahattin Ali davası: Dönemin en önemli davalarından biridir. Dava, sağ ve sol görüşteki destekçilerin büyük ilgisiyle sürmüştür. H.Nihal Atsız, Sabahattin Ali’yi komünist ilan eder ve Hasan Ali Yücel tarafından Milli Eğitim Bakanlığında komünistlerin örgütlendiğini iddia eder. Böylece Sabahattin Ali, H.Nihal Atsız’ı mahkemeye verir. 9 Mayıs 1944’te dava sonuçlanır. Atsız, Sabahattin Ali’ye hakaretten 4 ay hapis cezası alır. Bu iki isim bu davayla sağ ve sol kutuplaşmanın simgesi haline gelir.

Irkçılık- Turancılık Davası: İnönü’nün savaş sonunda Almanya’nın yenilmesiyle bağdaştırılabilecek tutumunu sergileyen 19 Mayıs konuşmasından sonra soruşturma ve tutuklanmalar başlar. Dönemin en önemli davalarından olan bu davada Prof. Zeki Velidi Togan, H. Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay, Alpaslan Türkeş, Fethi Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkan gibi isimler yargılanır. Irkçılıkla suçlanan bu kişilerin Almanya tarafından desteklendikleri ileri sürülür. O yılların ırkçı yayın organları ‘Orhun’cu Atsız ve ‘Bozkurt’çu Türkkan’ın çevresinde odaklanmıştır. Dr. Rıza Nur’un mirasçısı sayılan H. Nihal Atsız, Sabahattin Ali’yi suçladığı yazılarını Orhun dergisinde yayınlamaktadır.

Irkçılık davası sanıkları ünlü Sansaryan Han’da tabutluk adı verilen hücrelere kapatılır. Tarihin cilvesidir ki siyasi tarihimize bu davayla giren tabutlukların daha sonraki misafirleri bu kişilerle zıt görüşte olan solcular olacaktır.

Demokrat Parti’nin Ön Çalışmaları: Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın evinde Celal Bayar, Adnan Menderes ve Serteller toplanır. Sertellerden yeni kurulacak partinin düşüncelerini savunacak bir dergi çıkarmaları istenir. Görüşler Dergisinin yayın hayatına başlayışı bu doğrultuda gerçekleşir. 1945 Aralık ayında Görüşler’in ilk sayısında Sabiha Sertel’in CHP’yi sert bir dille eleştirdiği yazısına, Tanin’de Hüseyin Cahit Yalçın tarafından Namık Kemal’in “”Kalkın Ey Ehli Vatan!” dizesi ile manşetleşmiş bir yazı ile yanıt verilir. Tan matbaasının “Kahrolsun komünizm! Kahrolsun Serteller!” sesleriyle inleyen, gözü dönmüş bir kalabalık tarafından yerle bir edilmesi süreci böyle başlar.

Dil- Tarih Fakültesi Olayları: 1944 ırkçılık davası ve günün koşullarında yaşananlar Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrenci ve öğretim üyelerine de yansır. Öğrenciler H. Nihal Atsız- Sabahattin Ali davası sırasında gösterilerde bulunur. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in evine ateş edilir.

“Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”: Hasan Ali Yücel: Hasan Ali Yücel Demokrat Parti çevrelerince simge olarak seçilir. Çünkü Köy Enstitülerinden yetişen öğretmenler, köylüleri uyandırmaktadır. Toprak ağalarının toprak reformuna geçiş süreci ile ilgili kaygıları artmaktadır. İnönü’nün “Toprak reformu istemeyen benim partimden değildir.” sözleri ile köy enstitülerinin kapanması arasındaki süreci böyle değerlendirmek gerekir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün komünist yuvası olduğu ile ilgili iddialar sürer. Hasan Ali Yücel- Kenan Öner davasına bu iddialar damgasını vurur.

4o’lı yıllar, Nazi Almanyası, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Amerika arasında hırpalanan genç Cumhuriyetin bocalama yıllarıdır. Çok partili döneme herkesin birbirini komünist olmakla suçladığı antidemokratik uygulamalarla geçilmiştir. Davalar, sorgular, baskı ve işkence süreçleri, savaş yoksulluğu, savaş zenginleri, sosyalist partilerin kapatılışı, yazar-çizer aydınların yaşadığı zulümler, dergilerin kapatılıp durması, bir türlü kurulamayan bir demokrasi…

O yılları anlamadan 80 darbesine uzanan süreci de bugünün Türkiye’sini de anlayamayız.

40’lı yıllara kuş bakışı bakıp, romanı da ayrıntılı olarak özetledikten sonra eklenebilecek birkaç nokta kalıyor. İlk olarak vurgulanması gereken, genel anlamda kurgusu, dili, tarihsel süreçleri mekan-zaman tutarlılığıyla yansıtması gibi temel konularda başarılı bir romandır, “Aşkale Yolcusu Kalmasın”

Romanda diyalogların olay-kurgu açılımındaki önemi, kişilerin kurgu akışına uygun seçimindeki özen, en önemlisi de yazarın kendine özgü, güçlü ve canlı dilinin kusursuzluğu belirtilmelidir.

Roman kahramanı Necip Ferda, dürüst olumlu bir aydındır. Romanda bu vesileyle dönemin önemli kalemlerinin adı anılırken, Sabahattin Ali’ ye (Tan Matbaası olayından sonra LA Turquie’e saldırılması konusu dışında) yer verilmemesi, Köy Enstitülerinin hiçbir yerde geçmemiş olması önemli bir eksikliktir. Varlık Vergisi nedeniyle gayrimüslimlerin yaşadıkları zorluklar, romanın ana omurgasını oluştururken, aydınların gerek tek parti döneminde gerekse Demokrat Parti döneminde yaşadığı baskılar yeterince ele alınamamıştır. Belki bunlara ezan Arapça’ya dönerken, Amerika dünya hakimiyetini ele geçirirken, Demokrat Partinin uyguladığı siyasetin olumsuzluğunun yeterince aktarılamamış olduğu da eklenebilir.

Necip, siyasi bir duruşu, görüşü olmasına, gerekli yerlerde gerekli sert çıkış ve tepkileri vermesine rağmen biraz edilgen bir karakter olarak kalmış gibidir. Bunu yazarın sağlam kurgusuna kişileri dağıtırken düşünsel zeminde hiçbir açıklık bırakmayacak denli özenli olmasına bağlayabiliriz. Yani Necip, kendi özgürlüğünü yakalayamamış yazarın güçlü kalemine bağımlı kalmıştır.

Ayrıca, böyle bir romanda tarihsel önemi olan gerçek kişiliklerin kimliklerinin açıklanması döneme ait yeterli birikimi olmayanların bilgi dağarcığını genişletmesi bakımından yararlı olabilirdi.

Bunlar romanın başarısını gölgeleyecek noktalar değil bana göre. Kurgusuyla, diliyle, tarihin önemli bir kesitini yeniden tartışıp, edebiyatımızın şu nitelikli roman bakımından zavallı günlerine hareket kazandıracak olması umuduyla önemlidir, “Aşkale Yolcusu Kalmasın”.


(Bu yazı için;
Uğur Mumcu; 40’ların Cadı Kazanı
Turgut Özakman; Dr.Rıza Nur Dosyası
Cemil Koçak; Türkiye’de Milli Şef Dönemi
Turgay Merih; Soğuk Savaş ve Türkiye 1945-1960 adlı kitaplardan,
tr.wikipedia.org adlı internet sitesinden yararlanılmıştır.)


Nilüfer ALTUNKAYA
(Yayınlanmadı)