24 Ağustos 2010 Salı

DÜŞÜNCEYİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE SANAT

DÜŞÜNCEYİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE SANAT
“Ne büyük gelişme kaydetmişiz. Orta Çağda olsak beni yakarlardı. Şimdi kitaplarımı yakarak yetiniyorlar.” - Sigmund Freud (Nazilerin kitaplarını yakması üzerine söyledikleri)
I.
Prometheus olmak
İlkel düşünce: Kişinin bilincinin yetkinliğine bağlı olarak derinleşip, entelektüel düşüncenin gelişmesinin koşullarını hazırlar. “Bilincimizi bilmek, bilincimizin en sağlam bir varlık olduğu üzerine bizde bir bilinç bir bilgi olmasıdır.”[1] Descartes kuşkuculuğunun ünlü “Düşünüyorum öyleyse varım” önermesine göre, her şeyden kuşku duyan ‘ben’imin varolduğu, kuşku duyamayacağım bir olgudur.
Düşünce özgürlüğü yerine, düşünceyi ifade özgürlüğü kavramını kullanmak, daha doğru bir yaklaşım olsa gerek. İnsan, ontolojik açıdan düşünen bir varlık olmaktan alıkonamayacağına göre, düşünüyor olmak, zaten düşünebilme özgürlüğünü de beraberinde getirir. Öyleyse düşünce özgürlüğü sorunu, ‘düşündüğümün ne kadarını, nasıl, hangi koşullar altında ve hangi yaptırımlara karşın dürüstçe ifade edebiliyorum?’ şeklinde ortaya konmalıdır.
Düşünme ediminin antropolojik, biyolojik, fizyolojik açılardan sırları çözüledursun, insan duyu organlarıyla kavrayamadıklarını düşünce yoluyla yorumlamayı, duyumlarından tasarımlar ve karşılaştırmalar, izlenimlerinden analiz ve sentezler oluşturmayı, yaşamının en doğal alışkanlıklarından biri olarak sürdürmektedir. Öyleyse: ister özdekçi, ister düşünceci açıdan yaklaşalım, yaşadığı çevrenin insanın düşünme yetisi üzerindeki etkisi yadsınamaz. Öğretmen öğretmen olarak, çiftçi çiftçi olarak, sanatçı sanatçı olarak düşünür. Demek ki: Düşünce özgürlüğü derken, öğretmenin, çiftçinin, sanatçının ya da herhangi bir kişinin toplumsal yaşantı içinde nesnelleşmiş düşünce özgürlüğünden söz ediyoruz.
Düşünce özgürlüğünü bir ‘farkındalık’ olarak yaşamına geçiren, yani düşünceyi işlevselleştiren kişinin, bu yetkinliğiyle birlikte, düşünceyi ifade özgürlüğü de olgusal olarak anlam kazanacaktır. ‘Düşünmekte özgür olduğumu biliyorum ama düşüncelerimin hangi sınırlar içinde, ne kadarını ifade etmekte özgürüm?’
‘Düşünce’, ‘özgürlük’ ve ‘ifade özgürlüğü’ kavramları, tarihsel, siyasal ve sosyolojik olgularla sıkı sıkıya bağlı olarak, farklı zeminlerde olgunlaşmış olsa da, günümüzde, hukuksal belirlemelerle birçok açıdan sınırları hâlâ tartışılan ve tartışılması gereken kavramlardır. İnsan olmanın gereği olan düşünmenin ürünü düşüncenin ‘özgürleşmesi’ ile düşünceyi ifade özgürlüğü, birbirine paralel aşamalardan geçmiştir.
Tarih sahnesinde yer alan toplumsal yapılanmaların egemen güçleri kökensel ve biçimsel farklılıklar gösterse de, düşünceyi ifade özgürlüğünün niteliğini, her zaman ‘egemen olan’a karşı bir söylem, bir tavır geliştirip geliştirmemek sorusunun yanıtı belirlemiştir. Egemen güç, ister kral, padişah, imparator olsun, ister kilise veya diğer dinlerin kurumlaşmış yaptırımları olsun, isterse feodaliteye yaslanan mutlak yönetimler ya da düzen koruyucu güvenlik güçleri ile modern devlet olsun, fark etmez. Kendi iktidarının geleceğini tehdit eden eleştirel düşüncenin ifadesine ya izin vermeyecektir ya da kendi koyduğu sınırlar içinde determinist (belirlenimci) bir yaklaşımla izin verecektir.

Tarihin her döneminde, günün koşullarına göre ‘aykırı’ söylemde bulunmak ya da genel kabullere uzak durmak, herkesin cesaret edemeyeceği bir itaatsizlik olarak algılanmıştır.
İnsanoğlunun düşünceyi özgürleştirmek ve düşünceyi özgürce ifade edebilmek uğruna verdiği savaşları unutmamak gerekir. Prometheus olmak hiç de kolay değildir.
Sokrates, eğilip bükülmeden ölüme giderken, öğretisinin en iyi savunucusu olmamış mıdır?
Thomas More, VIII. Henry’nin Katolik kilisesinden bağımsız bir İngiltere kilisesi kurma isteğini onaylamadığını sözle ifade etmediği için, cezalandırılmasını gerektiren bir suç işlememiş olduğunu ısrarla belirterek af dilememiştir. Ve itaatsizlikle suçlanarak idam edilmiştir. Galileo, yalnızca dünyanın döndüğünü söylediği için değil, Kopernikus astronomisini doğrulayarak Aristoteles’in skolastik felsefeyi temellendiren kökleşmiş dünya merkezli görüşlerini de yıkacağı için kilisenin hışmına uğramıştır.
Oysa, Kopernikus’un görüşü çok yalın bir ereğe yaslanır. Koca evreni dünyanın etrafında döndürmenin bilimsel dayanağını açıklayamıyorsak, dünyayı yani “küçük noktayı” “büyük kütlenin” çevresinde dolandırmak daha kolay değil midir? Kopernikus’un bu sorusu, antik çağın kültürüyle beslenen Rönesans düşüncesinin insanın özgürlüğünü temellendiren devrimci hızına katkıda bulunmuştur. Bu özgürlük rüzgârlarını bilimsel gelişmelerle temellendirerek, hümanist düşüncenin tohumlarını serpen yetkin bilinçlere egemen güçlerin yaklaşımı da gayet insaflı olmuştur. ‘Görüşlerini dillendirmekten vazgeçersen yaşamını bağışlarız. Düşünme ya da düşün ama söyleme!’
18. yy. Aydınlanma Çağı’nın ürünü olan modern aydın ile düşünceyi ifade özgürlüğü, siyasal aristokrasinin ve insanı doğuştan günahkâr sayan kilise öğretilerinin yıkılması, hiç değilse sarsılması, amacıyla eylemleşmiştir. Feodalite sonrası biçimlenerek yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan burjuvazi sınıfının öncelikli savaşımı, insanın bireysel özgürlükleriyle donanarak yenileşmesi olmuştur. Aydınlanma düşünürleri yoğun bir şekilde sansürlenmeye çalışılmış, o dönemde kurulan ilk gizli siyasal polis örgütleri ile baskı altında tutulmak istenmiştir. “Voltaire bile ‘Devlet benim!’ diyen XIV. Louis’i övücü bir eser vermemiş miydi? ”[2]
İnsanlığın özgürlük kavgası toplumsal yaşamın güncel akışında, belki Marks’ın biçimsel özgürlükler olarak nitelendirdiği özgürlüklerin kazanılmasıyla, düşünce ve sanatın evriminde ise ‘hayır diyebilme’ / ‘doğru bildiği yolda ödünsüzce yürüyebilme’ / ‘iktidara karşın düşündüğünü açık yüreklilikle ifade edebilme’ şeklinde vücut bulan aydın, sanatçı sorumluluğuyla özdeşleşmiştir.
Tarih sanatçıya yapılan baskılar, yaptırımlar, sürgünler, sansürlerle doludur. Kitapları yasaklanan ya da yakılan dünya yazarlarından, şairlerinden bazıları; Honore de Balzac, Charles Baudelaire, Cervantes, Dante, Daniel Defoe, William Faulkner, Gustave Flaubert, Andre Gide, Goethe, Ernest Hamingway, Victor Hugo, James Joyce, La Fontaine, Jack London, Montaigne, jean Paul Sartre, Shakespeare, Stendhal, Tolstoy, Emile Zola…
Sanat ve edebiyatta başlayan uyanış olan Rönesans, bilimsel gelişmelerin de katkısıyla insan haklarının kök salması ve toplumsal yaşamı düzenleyen yasaların insanın özgürlüğüne hizmet etmesi yolunda verilen kavgaların tohumlarını atmıştır. Tarihteki özgürlükler mücadelesine Fransa’dan bakarsak III. Cumhuriyete kadar süren yaklaşık 100 yıllık zaman diliminde ne kavgalar verildiğini ne kanlar döküldüğünü görürüz.
Batı toplumlarında demokrasi uzun süren mücadeleler sonucunda kazanılmış, halkın egemenliğine ve yasalar karşısında her insanın eşit koşullarda yargılanmasına dayanan yönetimlerin kurulması uğruna ağır bedeller ödenmiştir. Bu yüzden batı insanındaki özgürlük ve demokrasi bilinci yerleşiktir, sivil toplum örgütleri işlevseldir ve bireysel hak ve özgürlükler yanında ifade özgürlüğü de ödün verilmez bir yaşam biçimine dönüşmüştür. Ve köklü bir geleneğe yaslandığı için, Batı demokrasileri, basın ve ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, bireysel hak ve özgürlükler, her insanın devlet olanaklarıyla sağlanan haklara mesafesi bakımından eşitliği, din anlayışı ve ibadet edebilme serbestisi gibi konularda –bunlar liberal bir devlet egemenliğine dayanan bir sistemde sağlansa da- İslâm dünyasıyla kıyaslanamayacak kadar öndedir. Buna karşın, zaman zaman yaşanan ırkçı Anglosakson politikaların yaslandığı, Müslümanlara ve azınlıklara yönelik insan hakları ihlâlleri elbette hoş görülemez.
Bizde ise, yazının devamında değineceğim gibi, Cumhuriyetin hangi koşullarda kurulduğuna ve tarihsel gelişimine bakarsak, demokratik bilincin halk tarafından, bir türlü tam olarak neden sindirilemediğini çok daha iyi anlayabiliriz. Tabii, bir de bizim demokrasimizin pek özgür bir ortamda yeşerememiş olduğunu, değişik anlayışlarla ya da gerekçelerle yapılan askerî müdahalelerle yatağı zorlanarak akışının ‘güdümlü olarak’ değiştirildiğini vurgulamalıyız.
Darbelerin yalnız halk tarafından değil, bazı yarı-bilinçlilerce de doğal karşılanması, 80 Anayasası’nın halk referandumunda aldığı sonuç bile halkın yöneten sınıfa ve militarizme karşı olan yerleşik ürkekliğinin bir ölçüsü değil midir?
II.
Nâzım Hikmet ve Marksçı olmak
Nâzım Hikmet, Marksist-Leninist bir şairdi. Bu görüşe sahip olmaksa, kapitalist ülkelerde ya da az gelişmiş demokrasilerde her zaman herhangi başka bir düşünceye sahip olmaktan çok daha ürkütücü olmuştur. Çünkü: Marksçılık, diğer siyasal akımlarda veya felsefî düşüncelerde olmayan bir eylem barındırır. Kapitalist düzeni kıyasıya eleştirmekle kalmaz bu düzenin yıkılması gerektiğini (er geç yıkılacağını), üretim araçlarının el değiştirerek emekçi sınıfın -proletaryanın özgürleşeceği ve sınıfların olmadığı yeni bir ekonomik düzenin kurulması amacını güder. “Felsefe bu kurtuluşun kafası, proletarya da yüreği olacaktır.”[3]
Ayrıca diyalektik materyalist (eytişimsel özdekçi) anlayışta, toplumun büyük çoğunluğunun dokunulmaz saydığı din ve dinsel dogmalar, halkı uyutan bir afyon olarak değerlendirilmektedir.
Bu nedenle, Marksçı olmak, ‘mevcut düzen’in düşmanı olmak demektir ve iktidarın bu düşmana karşı tahammülü yoktur. Bırakalım Nâzım Hikmet gibi devrimci şiirleriyle onca yasağa rağmen gençleri peşinden sürükleyen bir büyük şairi, bu düşünceye sahip sıradan birinin bile düşüncesini ifade etmesi, hattâ böyle düşündüğü bilinenlerle iletişim içinde olması bile suç sayılmıştır.
Kurtuluş Savaşı yıllarının dünyasına uzanmadan, Cumhuriyet’in kuruluşu ve sonrasındaki ülküsel amaçların ulus kültürü yaratmadaki dinamikleri yeterince incelenmeden, 1930’lu- 1940’lı yıllara, Mustafa Kemal’in son yılları ve ölümünden sonraki İsmet İnönü politikalarına, II. Dünya Savaşı koşulları irdelenerek, derinlemesine eğilmeden, Nâzım Hikmet’in yaşamının belirleyici olaylarını aydınlatabilmek olanaksızdır. Bütün bunlar bu yazının sınırlarını oldukça aşıyor.
Ama, şöyle bir özetlemek gerekirse: Nâzım Hikmet, önce orduyu ve sonra donanmayı ayaklanmaya kışkırtmak suçuyla tutuklandı. “Yaşamının on sekiz yılını Sarıkışla, Ankara, İstanbul, Çankırı, Bursa, Üsküdar cezaevlerinde, Erkin Gemisinde, İstanbul Merkez Komutanlığında, İstanbul Tevkifhanesinde kişisel özgürlükten yoksun olarak yaşadı.”[4]
28 yıl 4 ay olan cezasının 12 yılını yattıktan sonra (1938–1950 yılları arasında) şair, açlık grevine başlaması, iç ve dışta gittikçe artan tepkiler sonucu gelen af yasası ile özgürlüğüne kavuştu. Ama özgür bırakılmadı. Şiirleri yıllarca yasaklandı, yayınlayanlar değil yalnızca okuyanlar bile suç işlemiş sayıldı. Hasta yüreğiyle yaşına bakılmaksızın askere çağırıldı. Bu baskılar sonucu, memleketini kaçak yollarla terk etmek zorunda kaldı. Evlât ve memleket hasretiyle dolu olduğu günlerin birinde bir gazetede ‘vatan hainliği’ne devam ettiğine dair bir haberle karşılaştı. Bu habere, görkemli bir şiir yazarak tepkilendi.
Nâzım Hikmet’in yaşamından yola çıkarak, yakın tarihimize panoramik gözlemle bakacak olursak, hiç de iç açıcı olmayan bir manzarayla karşılaşıyoruz. Ülkemizde düşünceyi ifade özgürlüğüne yönelik baskıların odaklandığı isim olan Nâzım Hikmet dışında diğer toplumcu gerçekçi duruşa sahip olan yazar, şair ve sanatçılarımız da, süregelen yasakçı anlayıştan paylarına düşeni almışlardır.
Sabahattin Ali’nin ölümü, katili olarak yargılanan Ali Ertekin’in savunmasında bunu vatan uğruna yaptığını söylemesi bile, tek başına ‘vatan hainliği’ yaftasının kimler tarafından kimlere karşı kullanıldığının gayet açık ifadesidir. Yasadışı bir ‘sol’ örgüte üye olmak, bir sınıfı bir sınıfa karşı kışkırtmak, anayasayı ihlâl etmek ve komünizm propagandası yapmak gibi suçlarla yargılanan, suçlanan, suçsuz bulunan, sürgün edilen, farklı gerekçelerle kitapları toplatılan yazar, gazeteci, aydın ve sanatçıların sayısı o kadar çoktur ki... Hasan İzzettin Dinamo, Orhan Kemal, A.Kadir, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Samim Kocagöz, Şükran Kurdakul, Mahmut Makal, Fethi Naci, Fakir Baykurt, Erdal Öz, Talip Apaydın, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Adalet Ağaoğlu, Metin Demirtaş, Gülten Akın, Nihat Behram, Asım Bezirci, Vedat Günyol, Kemal Burkay, Fikret Otyam, Sevgi Soysal, Muzaffer İzgü, Yılmaz Güney, İbrahim Balaban, İlhan Selçuk, Turhan Selçuk, Uğur Mumcu, Cahit Irgat, Arif Damar, Enver Gökçe, Nezihe Meriç ve Sait Faik benim bir çırpıda anımsadığım isimlerden bazıları…[5]
Açılan davaların birçoğunun aklanmayla sonuçlanması ne kadar da trajiktir.
Bu noktaya değinmişken, Sait Faik’in 1940’da yayımlanan Şahmerdan kitabındaki Çelme adlı öyküsünde emirerinin topal olması yani öyküsünde bir askerin ayağını tökezletmesi nedeniyle sıkıyönetimce sorgulandığını belirtmekte fayda var. Bir de, 1944’de Irkçılık-Turancılık davası olarak adlandırılan davadan söz etmek tarafsızlık açısından önemlidir. Bu davanın sanıkları içerisinde Prof. Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan ve Nihal Atsız gibi siyasi tarihimizin milliyetçi kanadının ağır topları vardır. Sanıklar, ağır işkencelere maruz kaldıklarını ileri sürmüşlerdir. Uğur Mumcu’nun ifadesiyle söylersek, Sansaryan Hanı’ndaki ‘tabutluklar’ siyasal sözcüklere bu dava nedeniyle geçmiştir. [6]

Ne yazık ki, yakın tarihimiz, siyasi suçlulara karşı yapılan insan hakları ihlâlleriyle sıkıyönetim ve ihtilâl süreçlerinin insanlık dışı işkenceleri ve uygulamalarıyla doludur. Farklı ya da aykırı düşünceyi ifade etmek bir yana, neredeyse düşünmeyi bile yasaklayan tektipçi rejimin ideolojik ürünü bir insan yaratmanın çabalarıyla, bu doğrultuda düşünmeyen gazeteci, aydın ve sanatçılara uygulanan sansür ve baskılar, demokrasimizin sağlıklı gelişimini son derece zedelemiştir.
Kurtuluş savaşı yıllarında ve genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “hukukî”, “siyasî” ve idarî” yapılanmasını belirleyen devrimlerin yapıldığı yıllarda, işçi ve burjuvazi sınıfları tam olarak oluşmamıştı. Sanayi gelişmemiş olduğu için, işçi sınıfı henüz nitelik olarak da nicelik olarak da var sayılamazdı. Burjuva sınıfı ise, ekonomik açıdan güçsüz, daha çok yönetici kadroları oluşturan sivil ve asker bürokratlarla toprak ağaları ve eşraftan oluşmuştu. Burjuvazinin köklü bir sınıfsal yapılanması olmadığı için burjuva devrimlerini özümseyememiş, seçme ve seçilme haklarının dayandığı demokratik bilinci oturtamamış, altındaki toprak her an kayacakmış ya da bir anda koltuğundan edilecekmiş korkuyla her türlü eleştirel düşünceyi yasakçı ve baskıcı bir tutumla ve antidemokratik yollarla bastırmaya çalışmıştır. Elbette en büyük tehlike de komünizmdir. A.Kadir ne güzel anlatıyor durumu: “Bildim bileli, otuz yıldır bu tehlike (komünizm tehlikesi, N.A.) hep yaklaşır, ama ne geldiği vardır, ne de uzaklaştığı. Hep yaklaşır, ne hikmetse!”[7]
Böylece 1930’ların sonları ve 1940’larda, C.H.P.’nin devlete dönüştüğü, devletin de egemen çevrelerden yana yapılanarak muhalif söylemi olan sanatçılara uygulanan baskıların meşrulaştırılmasında taraf olduğu söylenebilir. Tek partili dönemin ifade özgürlüğüne karşı tutumu, toplumcu-halkçı çevrelerce D.P.’nin bir umut olarak görülmesine yol açmıştır. Ne yazık ki iktidarın değişmesi, umulduğu gibi aydın ve sanatçılara uygulanan gelenekselleşmiş baskı ve sansür politikalarını değiştirmemiştir.
Resmi tarih ifadesi elbette tarihbilimcilere yönelen bir kuşkuyu barındırmaktadır. ‘Gerçek tarih’ ile ‘yazılan tarih’ arasında açık duran makas kapanmadıkça, bu ayrımı yapmak durumundayız. Bu yüzden, her dönemin koşullarına göre, her türlü önyargıdan olabildiğince arınarak tarihimizi değerlendirmek; bunu yaparken, karanlıkta bırakılmış noktaları neden-sonuç ilişkileriyle sosyolojik bağlamda değerlendirmek, tarihbilimcilerin başlıca sorumluluğu olmalıdır. Tarihimizle korkusuzca yüzleşmeden ifade özgürlüğünden söz edebilir miyiz?
III.
Sanatçının ifade özgürlüğü
Liberal ekonomiyi benimseyenlerin geçmişteki demirperde ülkelerinin bireysel özgürlüklere yaklaşımına yönelik eleştirilerini değerlendirirken, farklı açılardan yaklaşmak gerekmektedir. Bir dönemin sosyalist ülkelerindeki merkeziyetçi-Stalinist tip baskıcı bir rejimin bireysel özgürlükleri ve bununla birlikte ifade özgürlüğünü de kısıtladığı, tarihsel bir gerçektir. Buna karşılık olarak, kapitalizmin bireysel özgürlükleri pekiştirdiği yönünde bir kıyaslama da son derece peşin hükümlü bir yaklaşımdır. Kapitalist sistemin kıyasıya pekiştirdiği, ‘bireysel özgürlük’ değil, ‘bireyci özgürlük’tür ki, onun da olsa olsa, insanı insanlığ(ın)a yabancılaştıran ‘tüketim özgürlüğü’ olduğu söylenebilir.
Marks’a göre, burjuva bireyselliğinin insana sunduğu özgürlükler, insanı toplumsallaştırmaya değil, bencillikleri körükleyen yalnızlığa ve yabancılaşmaya sürükler.
“Özgürlük, kimseye zararı olmayan her şeyi yapma hakkıdır. Herkesin başkasına zarar vermeden davranabileceği alanın sınırları yasayla belirlenmiştir, iki tarla arasındaki sınırın bir kazıkla belirlenmesi gibi. Burada kendine kapalı ve yalıtık bir monad gibi alınmış bir özgürlük söz konusudur. İnsan olma hakkı, özgürlüğü, insanın insanla birliğine dayandırmaz, daha çok insanın insandan ayrılığına dayandırır.”[8]
Hangi ekonomik ve siyasal düzende olursa olsun, sanatçının özgürlüğünün farklı boyutları vardır. Duyarlılığını yaşadığı çağın çelişkilerinde odaklayarak, yaşamın ona sunduklarını içselleştirip, estetik yapıtlarla topluma sunan sanatçının ifade özgürlüğü, onun ne kadar bağımsız olduğuyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Sanatçıyı sermayenin güdümüne sokmak ne kadar tehlikeliyse, belli bir ideolojinin temsilcisi olmaya zorlamak da o kadar insafsızlıktır.
Sanatçı, eleştirel gözünü yumup, doğruyu-yanlışı, haklıyı-haksızı ayıramaz, ya da bildiği gerçekleri her şeye rağmen ifade edemez duruma getirilirse, bu körlük toplumun her kesimine yayılarak, görmeyen, duymayan, ezbere düşünen bireylerin büsbütün bağımlılaşmasına ve kimlik / kişilik yitimine uğramalarına sebep olacaktır.
Sanatçının konformist (uymacı), pragmatist (yararcı) ve oportünist (fırsatçı) alışkanlıkları topluma yavaş yavaş ve etkili bir şekilde yayılan bir zehir gibidir. Özgür düşünemeyen ya da düşündüğünü sanat eserinde özgürce somutlaştıramayan sanatçının sanatı ölü doğmuş sayılmalıdır. Sorgulamayan, insanın duygu ve düşünce katmanlarını aralamayan, dünün yarınla kesiştiği noktadan yani bugünden çağlara ulaşma çabası içinde olmayan estetik özneler ve estetik nesneler, birer çıkmaz sokak gibidirler.
Ülkemizde bir dönemin sanki estetik yetkinlikleri ölçüsünce suç unsuru sayılan kitapları, bugün baskı üstüne baskı yapadursun, o kitapların yazarlarına yapılan baskıların, sürgünlerin, işkencelerin lekesini vicdanımızdan söküp atabilecek miyiz?
Bütün bunları hiç yaşanmamış sayarak unutma çabamız, ‘sınırlı’ ve ‘yeterli’ özgürlükler içinde kalemimizi ‘tarafsız’ kılarak duyarsızlıklarımızın derinliklerinde yatanları örtbas etmeye yetecek midir?
Nihayet, tek kutuplu dünyamızın küresel söylemlerinde öğütülen halklara, medyanın her türlü ağıyla sunulan gerçekliği deşifre etmek, sanatçının sorumluluğunda değil midir? Bireysel özgürlükler kılığında sunulan bağımlılıklar, insanı yaşamdan soyutlayan yalnızlıklara iterken ‘modern-sonrası’ yüzyılımızın başka deyişle bilişim çağımızın yetkin sanatçılarına düşen onurlu tutum, ifade özgürlüğünü eylemle buluşturmak değil midir?
Bu yüzden ‘bağımsız’ düşünceyi ifade özgürlüğü, sanatçının vazgeçilmezi olmalıdır.

-Nilüfer Altunkaya-




________________________________________
[1]Felsefe tarihi, Macit Gökberk
[2] Sürüden Ayrılanlar, Siyasal İktidar Aydın Tarih ve Özgürlük -Taner Timur
[3] Marks’ın sözü, Aktaran Afşar Timuçin-Felsefeden Estetiğe
[4] Siyasal İktidar Sanata Karşı, Dr. Çetin Yetkin- Aynı kaynakta Zekeriya Sertel’den yapılan bir alıntıda Nâzım Hikmet’in 14 yıl hapis yattığı belirtiliyor. Bu zamansal farklılıkların nedeni, şairin farklı sorgulanmalar süresinde yattığı zamanların ele alınıp alınmaması ve farklı yargılanmaların sonuçlarının göz önünde bulundurulup bulundurulmaması olarak düşünülebilir. Aydınlık dergisinde çıkan şiir ve yazılarından ötürü on beş yıl hapse çarptırılmasıyla başlayan süreç, şairin 1938’e kadar birçok kez tutuklanması ve özgürlüğüne kavuşması ile devam eder. Toplamda on dört yıldan fazla özgürlüğünden yoksun kalmıştır. (N.A.)
[5] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bakınız; Yazarları da Vururlar Hazırlayan; Atilla Özkırımlı
[6]Kırkların Cadı Kazanı, Uğur Mumcu
[7] Mutlu Olmak Varken, A.Kadir -Uzunca Bir Önsöz
[8] Marks- Yahudi Sorunu, Aktaran Afşar Timuçin- Felsefeden Estetiğe



Afrodisyas Sanat- Temmuz-Ağustos 2010

sanat ve erotizm

Sanatın ve Erotizmin Muhteşem Dansı

I. Erotik ve Estetik

Kutsal kitaplar, örtünmenin cennetten kovuluşla başladığını, insanın çıplaklığından utanmayı ölümlü olur olmaz algıladığını anlatır. Mitler böyle ama antropoloji insanın doğadan kopuşunu birbiri ile iç içe evrimsel ve devinimsel süreçler ışığında açıklar. İnsanın doğadan kopuşu, doğaya egemen olma savaşı ve homo sapiens sonrası çıplaklığını algılayışı belki töreyi kalıtsal bir alışkanlıkla nesilden nesile aktarılan güdüselliğe dönüştürmesi, bilimin de hâlâ tam aydınlatamadığı sorularla doludur. Bilinen şu ki; ister doğadan kopuşu; taşın yontulmasına, ateşin ve tekerliğin bulunuşuna kadar uzanan alet kullanmakla başlayan bir evrimsel süreç olarak ele alalım, ister buhar gücünün makineleşmede kullanılarak erken kapitalizmin sanayileşme odaklı parlayışını başlangıç olarak alalım, insanın doğaya karşı açtığı savaşta ilerleyişi, çıplaklığını yadsıyan geleneksellerle izdüşümsellik barındırır. Gerçek anlamda ilk sınıflı toplumların, köleci ve feodal toplumların ilkelden çok daha yasak koyucu, yargılayıcı olduğunu ve çıplaklığı acımasızca yadsıdığını, böylece insanın evrimselliği usa dayalı olarak geliştikçe içgüdüsel dürtülerinin baskı altına alınışının da keskinlemiş olduğunu söyleyebiliriz.

Sınıflı toplum öncesi kadının ortaklığına dayalı bir yaşam vardı. Çocukların hepsi topluma aitti. Çocukların babasının belli olması adına özel mülkiyetle birlikte evlilik de kurumsallaştı. Böylece erkeğin mirası sorunu halledilmiş oldu. Aile yaşamıyla birlikte yatak odalarına itildi çıplaklık ve cinsellik.

Eski Yunan ve Roma köleci toplumlarında kadın öylesine dışlanmıştı ki yalnızca yaşamsal zorunluluklar için evlenilir ama aşk ve cinsellik kadınla yaşanmazdı. Ve eşcinsellik o kadar yaygındı ki ayrı bir nitelendirmeye bile gerek görülmeyen doğal bir yaşam biçimiydi.

Ortaçağda da erkek bedeni her zaman daha özgürdü. Kadın arzulanan, erkek arzulayan, kadın çağıran, kışkırtan, kendini sunan, “veren”, erkek sahip olandı. Bu biyolojik açıdan bakıldığında erkek cinsel organının başkaldırıyı, iktidarı yani gücü kadın cinsel organının ise derinliği, gizi, içine alarak boyun eğmeyi simgelediği söylenebilir. Bu konuyu Freud’un psikoseksüel yaklaşımları bakımından özetlersek, kadının erkek cinsel organına duyduğu eksiklik duygusu, oidipus kompleksi ile aile içi cinselliğin (bastırılmış ensest) çocukta karşı cins ebeveyn ile başlayan çatışmalı cinsel gelişimi, anne, çocuk ve baba üçgeninde yaşananların nevrotik sonuçları, libidonun bilinçaltına etkileri gibi birçok alt başlık oluşturulabilir. Ama kültürel yaşantının cinsler arası açtığı uçurumu ve kimliksel rollerin oluşumunu yalnızca cinsel organların işlevsel farklılıklarına bağlamak elbette gülünç olur.

Örtünmek, bedeni yani çıplaklığı ilk yadsıyış olarak cinsele ve erotiğe konulan yasakların da milâdı gibidir. Dinsel öğelerin de arzuya, şehvete karşı koyduğu yasaklar insanın cinselliğe karşı duyduğu baskıyı son derece pekiştirmiştir. Dinler, cinselliği ayıp sayarken, genel ölçülüğü belirleyen törelerle buyurgan ve yaptırımcı olmuşlardır. Böylece çok eşlilik, eşcinsellik gibi cinsel tercihler sosyal yaşamın değişebilir algılarına göre ele alınmıştır.

Erkeğin baskın olduğu koşullar altında kadın, tek eşli kılınarak, annelikle birlikte kocasının ve çocuklarının hizmetinde olmak durumunda bırakılmıştır. Bugün, demokratik bilinci yaşam alanlarına daha doğrudan yansıtmayı başaran Batı toplumlarında, kadının cinsel özgürlüğü, Doğu toplumlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde güvence altındadır. Aslında bu kıyaslama yapılırken Hıristiyanlık ve İslamiyet dinlerinin kadının sosyal yaşamdaki yeri konusunda yaklaşımlarının dogmatik ve tarihsel dayanakları da vurgulanmalıdır.

Modern yaşamın günümüz insanında çıplaklığı algılayış açısından da cinsler arasındaki egemenlik eşitsizliğinden doğan bir erotik nesne seçimi söz konusudur. Erotik nesnenin çıplak kadın bedeni olarak algılanışına gelene kadar, erotiği birçok farklı dile getiriş biçimlerinden geçilmiştir. Bu erotik algı, daha önce de söylediğim gibi yaşanan kültürün edimsel olgularından beslenmektedir.

Erotik nesnenin belirgin nitelikler kazanmasından önce çiftleşme, üreme içgüdüsel olarak belirgindi. Ve kadın erkek bedenleri çiftleşme edimi sırasında yansıtılırdı. Bunun ilk örnekleri
Avustralya Aborjinlerinin Malpanga’sı gibi mitsel kişiliklerde, Gılgamış Destanı gibi epik anlatılarda görülmektedir. Malpanga gibi tanrılarda erkek cinsel organı, abartılı büyüklüğüyle gücü temsil eder. Kadınsa berekettir. Doğurganlığıyla çiftleşmenin erekselliğe ulaşmasını sağlar. Böylece tüm canlı türlerinde olduğu gibi insanda da neslini sürdürme içgüdüsü yaşama geçirilmiş olur.

İşte toplumsal yaşamın gerektirdikleri sınırlamalarla insan içgüdüsel çiftleşmeyi bu ereksellik ışığında sürdüremez duruma gelirken, cinsellik, düş ve imgelerle örülen tutkularla ve aşk’la özdeşleşmiş, böylece insanın varlığını bilinçsel düzlemde sorgulamasında en önemli unsurlardan biri olmuştur.

Kadın ve erkek rolleri edinildikçe ve kurumsallaştıkça bu içgüdüsel evre, bilinç ve bilinçaltı yaptırımlarla ölçülülük, ayıp ve günah baskılarıyla kuşatıldı. Böylece insan bedeni bir yandan örtünerek gizlenirken bir yandan da çığırtkan yaklaşımlarla erotikleşmeye de başladı.

Bugün yaşantımızın sosyal alanlarında sistem, tam anlamıyla erotiği yadsır görünürken bir yandan insan zihnine erotik unsurları her anlamada, her şekilde sokmak adına yarışan birçok görsel, sessel ve izlenimsel etki ile kuşatmaktadır duyusallığımızı. Çünkü insanın bilinçaltına da bu şekilde hükmetmek çabasındadır. Modern ve modern sonrası yaşamın her alanında, hem yasak hem de çağıran objeler halindedir insan bedeni.

Erotik nesnenin algılanışına dönersek, cinsel tercihin de bu beğeniyi ya da kışkırtıcılığı belirleyeceği söylenebilir. Eski Yunan’daki eşcinsel yaşantı ya da eşcinsel yaşantının onaylanışı hatta özendirilişi o günün sanatına yansımıştır elbette. Günümüzün erotik nesnesi olan kadın bedeni ise kapitalist sömürünün bir bayrağı gibidir. Sistem, erkek egemenliğini onaylayarak feodal kalıntılara hizmet eder, kadını din doğmalarıyla kuşatarak günahkâr gösterirken, düzeni korumak adına erkeği bu bedenin vereceği geçici hazlara tutsak eder. Burada erkek de kadın kadar yitirmiştir kimliğini. Ve koşullu bir özgürlükle kandırılmıştır.

Kadın bedeninin daha estetik olduğu ise bir erkek masalıdır sadece. Erkeğin kaslı vücut yapısı, omuz genişliği, kadını erotikleştirse de estetik uyumunu azaltan yağlı göğüslerden yoksunluğu, her anlamda kadın bedeninden daha estetik bir bedene sahip olduğunu gösterir erkeğin. Bunun için aslında heteroseksüel bir bakış açısına da gerek yok. Konumuz kadın erkek bedenlerini kıyaslamak değil elbette. Bu nedenle erotik nesne seçiminin rastlantısallığını vurgulayarak geçelim bu noktayı.

Yenidendoğuş, resim sanatında çıplaklığı ve erotik nesneyi algılayışı özgürleştirdi. Güzel olanla erotik olan arasında yıkılan köprüler onarıldı böylece. İnsanla birlikte insan bedeni de değer kazanmaya başladı. Böylece bireyin toplumun edilgin bir parçası olmaktan çıkıp, bireyselliğin insancıllıkla özdeşleşerek kişiselliğe uzanmasında katkıda bulundu. Böylece birey, toplumsal yaşamda söz sahibi olurken bedenin de kendisine ait olduğunu kavramaya başladı.

Pavese’nin dediği gibi eğer yemek yemek yasak ya da ayıp sayılsaydı, cinsellikten alınan zevke benzer bir zevk alınacaktı yemek yerken belki de. Burada yasak kavramının, insan yönelişlerini ve hazzın ölçüsünü belirlerken ne kadar etkili olduğunu vurgulamak ister, Pavese. Yasak olan daha çok arzulanırken, arzu duyulanın yasak olması insan benliğini zora sokar. Sanat bu zorlanan benliği dirimine kavuşturan başlıca yollardan biridir. Böylece erotizm, insanın içindeki dolambaçları kavramak adına, hem bir araç hem de yaşamsal enerjinin biyoritminde süregelen en anlamlı amaç olarak yerini alır, sanatın tüm dallarında.

Gizemsel esin, erotik tutkudan fazlasıyla beslenir. Adını aşk koyalım, sevda koyalım ya da koymayalım ne fark eder? Esinin tutkularla bezeli yollarında, sevgiliye kavuşma arzusunu besleyen yalnızlığın yoğunluğu ve ölüm korkusu iç içe değil midir? Doğanın düzenli döngüsünde kendini sorgulamak ve ölüme meydan okumak pahasına yaşamın anlamını arayan tek canlı türü değil midir insan? Kendini sorgulamanın, yaşamı anlamlı ve katlanılır kılmanın, zenginleşmenin ve kendinde çoğalmanın en kapsayıcı biçimi değil midir sanat?

İnsan sanatla arar sorularının karşılığını. Öyleyse erotik olan sanatta farklı bir anlam ve değer kazanır. Erotik nesne olarak seçilen çıplaklığın algılanışını bir kenara bırakırsak, insanın yabancılığını ve yalnızlığını körükleyen ölümlü olmak duygusuna karşı güçlendiren, duyuşsal birikimle donatan bir erotik esinlenişi öncelemek gerekir. Bu anlamda yeri gelmişken söylemeliyim ki; her türlü sınırlayıcı yaklaşımı sansürcü bulmak, insanın sanatta ve yaşamda gerçek anlamda seçkin bir özgürlüğe kavuşması adına son derece önemlidir. Belki pornografik yaklaşımı ayıklamak gerekebilir. Ki; gayet açıktır bu ayrım. Pornografi kaba güdülere vahşi bir göstergesellikle ayıp ve yasak olanla saldırırken, sanatın yöntemsel ve etik hiçbir unsuruyla özdeşlik kurmaz. Kuramaz. Piyasa kültürüyle poşetlenmiş cinsel organlara orda-burada istem dışı dokunmak gibidir. Hazdan çok iğretiyi pekiştirir.

Sade’nin suça çağıran ırza geçme, ensest yasağına inatla karşı gelme, bedensel hazzı acıyla körükleme çabaları, sosyal ölçülülüğe dolaysız bir isyan olarak ele alınabilir. Diğer yandan bütün sapkınlıkların böyle bir isyana dayandırılması çok yüzeysel bir yaklaşım olur.
Bir yandan da sanatı besleyen erotizmin, suça yönelmeden sıradanla hesaplaşması kaçınılmaz gibi geliyor bana. Öyleyse sanatın ve erotizmin muhteşem dansını sıra dışı ve estetik olanda aramalıyız.

II. Eşcinsellik (Homoseksüellik)* ve
Küçük İskender Şiirinde Erotik Başkaldırı

Burada eşcinsellik üzerine saptamalarda ve yargılamalarda bulunmak değil niyetim. Yapabileceğim, son derece sınırlı birtakım öznel değerlendirmeler olabilir. Bu değerlendirmelerimden beklentinin, sınırlı öznellik çerçevesinde kalması gerekliliğini en baştan vurgulamalıyım.

Günümüzde toplumu yöneten konumundaki insanların bile bir “hastalık” olarak nitelendirebildiği eşcinsellik, ne yobaz İslamcıların aşağılayan yaklaşımlarıyla ne de sığ Marksistlerin sınıfsal çelişkilere bağlayarak, sınıflar kalkınca ondan da kurtuluruz öngörüleriyle açımlanabilecek kadar basit bir meseledir. Eşcinselliği, kültürel yozlaşmanın doruğu olarak görenler, alt kültürün her biçiminin egemen ve çoğunlukça onaylanan kimliklere açtığı yıpratıcı savaşın ayrımına varamayacak kadar uzaktır, devrimci algılayıştan.

Eşcinselliğin biyolojik ve kültürel ontolojisinin kılcallarında gezinmenin zorluğu karşısında, yaftalayan, yok sayan, aşağılayan, bir türlü insanın cinsel yaşamına müdahaleden arınamayan yobaz anlayışın kolaycılığı vardır. Üstelik bu yobaz anlayışa sahip olanlar, okumakla, toplumda statü sahibi olmakla falan da kurtulamamaktadır bu yaftalayıcı alışkanlıklarından. Birbirine karıştırılamaması gereken noktaları vurgulamak gerekirse; bunlardan ilki; eşcinselliği onaylamak ya da onaylamamanın kimsenin tekelinde olmadığıdır. Eşcinselin eşcinsel olduğu için eşcinsel yaşantı sürdürmesiyle, heteroseksüelin karşı cinsiyle bir cinsel yaşantı sürdürmesinin arasında nasıl ve neye dayalı olarak bir ayrım gözetebiliriz?
İkincisi; cinsel tercihe saygı duymakla başlayan bireysel özgürlükleri savunmak, eşcinselliğin çağrısını yapmak ve eşcinselliğe özendirmekle aynı tepkiyi almamalıdır. Bunlar, ne yazık ki kavramsal ve töresel önyargılardan kurtulamayarak düşünmeyi alışkanlık edinenlerin sıklıkla gömüldüğü yanılgılardır.

Eşcinsel kişinin varlığını, eşcinselliğe çağrı olarak gören bu insanlık dışı totaliter ve otoriter yaklaşımların sonucu olarak, eşcinsel yaşantıyı benimseyen kişiler, varoluşsal çatışkılarla boğuşmaktadır. Böylece eşcinsel kişi, geleneğin içinde yarattığı bilinçaltı suçluluk duygusunu ya benliğinde saklayarak yok saymaya çalışır (kendini yadsır) ya da boyun eğmemeyi seçerek topluma geri yansıtır. Birinci tepkiyi seçenler, kendi halinde bir yaşam biçimini benimserken ‘uyumlu’ hale gelir. Toplumun benliğinde açtığı yaraların kabuk bağlamasını sessizce izlememeye kararlı olanlar için ise en iyi yol sanattır. İnsanın duyuşsal ve düşünsel yaratıcılığının doruk noktası olan sanat, eşcinsel kişi için de kendini ifade edebilmenin en iyi yolu değil midir? Moda dünyasındaki eşcinsel ağırlık, bu anlamda dikkat çekiciyken, kapitalizmin ucuz piyasa koşullarında, eşcinselin kimliğini pazarladığı şarkıcılık da kendini topluma yansıtmanın bir başka boyutudur.

Edebiyat da insanın benliğinin kuytularında dolaşan, son derece düzeyli kültürel bir birikim isteyen, yaşamın her alanından beslenerek insanın insanı sorgulamasına ayna tutan bir sanat dalı olarak ‘eşcinsel libido’nun verimliliğiyle doludur.

Bu küçük girişten sonra, küçük İskender şiirinde erotik yaklaşımlar açısından yalnızca küçük bir parantez sayılabilecek bazı açılımlarda bulunmak istiyorum.

Şairin, Siyah Beyaz Denizatları adlı kitabında bir araya getirdiği şiirler; 1984-91 yılları arasında yazılmış ve birinci basımı 1991’de yapılan Erotika ve birinci basımı 1996’da yapılmış olan Suzidilara’yı kapsayan şiirlerden oluşmuştur. Genel bir değerlendirme ile bu şiirlerde, epik ve tarihsel öğelerin son dönem şiirlerine göre daha yoğun olduğu, metinler arası göndermelerin şiirsel dokuya katkı sunduğu, erotikanın intikama dönüşmesinde şiirin geniş coğrafyasında gezinen ve bilinci sarsan, yıkan ve yenileyen imgelerin son derece özgün olduğu vurgulanmalıdır.

“insan bazı aşklara büyük harfle başlar
bazı ölümler ise, çalıntıdır.”

dizelerinde duyumsanan güçlü şiirselliği

“sevgilimin adının bir
genelev sokağına vermişler.”

gibi dizeler ile aykırı sesini belirginleştirmeye başlar. Kan, anatomik organ ve organel isimleri insan bedeninin yalnızca duyuşsal değil patolojik yanlarıyla da sorgulanması gerekliliğinin bir sonucu gibi yinelenir. Bu şiirlerde eşcinsel aşk, şiirin dokularına aşk’la sindirilmiş, heteroseksüel yaptırımlara olan öfke, dolaylı göndermelerle sınırlı tutulmuştur.

“kadınsız kaldığım gecelerin ayrı bir tadı vardı
Sevmezdim kadınları
Sevdiler ki fena tuhaflaşırdı” (tuhaf kadın- siyah beyaz denizatları)

“bir kadınadam bir adamkadına dokunurken orda
geri götürmek için beni otelsiz çocukluğuma” (cihangir -siyah beyaz denizatları)

“anarşi eldiven giymiş ihanetin zifaf gecesinde
damadın cinsel gururunu kopartılıyorlar anne kız” (anarşi- siyah beyaz denizatları))

“artık evlenelim anne hayata karşı
ve gel, beraber kaybedelim bu mor savaşı

benimle birlikte intihar et anne”(ne çok- siyah beyaz denizatları))

Heteroseksüelin, eşcinsele yaptığı sistemli baskılarının faşizme kadar uzanan bir zemine yasladığını düşünmek kolay olmasa gerek. Şairin 2000 yılı sonrası şiirlerinin (İt Cazı, Ağır Abiler Orkestrası, Ölü evinde Seks Partisi gibi kitaplarındaki şiirlerin) ana damarı bu baskıya ve sıradana duyulan başkaldırıyla derinleşmiştir.

“…Beni aslı üzen, hırpalayan böyle bir beraberliğin yüzyıllardır aklanamamışlığı, faşistlerin ve heteroseksistlerin saldırganlığı ve sevilenlerin kendilerini sevenlere yönelttikleri acımasız tavırdı. Çok fazla kurban vermiştik. Daha da verecektik. Vermek, her anlamda gay’lerin fiilidir!” (eyelpi’ye mektuplar IV- it cazı)


Doğanın ters akıntısında sürüklendiğini duyumsayanlar, yadsırken yadsınır. Madde bağımlılığı, alkol, histeri ve bedensel tutkuların iç içe ölümü arzulayış ve ölüme direniş kılığında dolaştığı imgeler, sıradan olana, mutluluk ve avunmayı aynılaştıran ve kaçınılmaz sanılan normalleşmeye başkaldırır. Şiirlerde çınlayan erotik çığlık, ürperten bir dolaysızlıkla yüzeye vurur. Ortalama bir yaklaşımla bakıldığında böylesine dolaysız bir erotizmin, bir yandan aşağılanırken (küfürleştirilerek), bir yandan içine düşülmüş bir kuyu gibi duyumsandığı söylenebilir.

“reddedilmiş bir uyuşturucu partisi teklifi gibi her yeri cam kaplı bir odadan her yeri cinsel organ kaplı bir gezegene bakarken ağlamak! ” (kırık çizik- it cazı)

Erkek cinsel organı, eşcinsel bir çağrıdan ve bir şehvet imgesinden çok onu alt edememiş oluştaki yenilmişliğin nedenini simgeler gibidir. Bu varoluşsal edilginlik iktidar olamama, belki babayı alt ederek yerini alamama, böylece erkeğin erkek karşısındaki hor görülmüşlüğünü kışkırtır. Bir yandan da pişmanlıkla hayranlığı yani eşcinselin bastırmaya çalıştığı dizginlenemeyen günah duygusunu da dışa vurur. Penisin çocukluğu çüktür. Yani erkek çocuk, yine silik ve erkek egemen dünyada eziktir. Baba figürü modernitenin tüm kurumsallaşmış otoritelerini simgelerken anne bir geri çekiliştir. Toplumsal bir nesne ama çaresiz oğuldaki en ‘anaç’ öznedir. Kadın ve anne, feodalitenin babaya yaslanan çürük halatıyla bağlı ve bağımlı olunan ve aslında artık istenmeyen bir iyilik simgesidir. Kırık bir bisiklet gibi kalmalıdır çocukluğun tozlu kilerinde. Ve bilinçaltının sınırlarını zorlayarak yüzeye çıkıp, yeniden normale, ‘heteroseksüelliğe’ ve koşullu belki sahte iyiliğe çağırmamalıdır.

“suçüstü bir morgu kucaklarken yakalandım
omzunda beynimin ukala tabutu
çocukken kaybettiğim iskeletsiz anne” (beklenen mektup- ağır abiler orkestrası)

Kadının diğer bir görüntüsü, bu anaç ve iyiden tamamen soyunmuş haliyle fahişelik biçimindedir. Fahişe kadın (erkek), hiçbir erkeğe ait olmayışı kadar, sosyal yaşamın kıyısına itilmiş yaşamıyla da, ucuzlaştırılmış cinselliğiyle de yakındır eşcinsele.

Madde bağımlılığı ve alkol ise bir gereklilik gibidir. Yaşama katlanma kendinde avunma, ölüm ve yalnızlık korkusuyla baş edebilme yolu olarak bir yerlere sığınamamanın, birisi olamamanın ya da o kişi olmayı reddedişin yöntemsel gerekliliğidir.

‘Müstehcen’ algılayış ve geleneksel sınırlar fütursuzca sorgulanır. Değer yargılarını örselemek, doğal olanın yerine bambaşka bir çıplak, bu değer yargılarıyla örselenmiş bir ‘çıplak’ koymayı amaçlayan imgeler seçilir.

Küfürün beslendiği feodal kalıntılar paradoksaldır. Edimsellikten çok obje olarak baskın gibidir. Çitleşme ediminin hor görüsünü barındıran küfür ve argo, sosyal sınırlılıklara, ayıp ve günah kavramlarına açılmış bir isyanın şiirsele yedirilmiş bayrağıdır. İronik ve fazlasıyla meseleleştirilmiş haliyle bir anlamda iyi-kötü dengesinin kötüden, daha doğru bir deyişle kötü olarak belletilmiş olandan yana ağır basması için tutkuyu da irdeler. Eşcinselliğin sanki doğal bir sonucuymuş gibi edinilen alt kültür alışkanlıkları ve yaşantı kesitleri, bu çabanın birbirini tamamlayan dolambaçlarıdır. Böylece birinci tanık olarak arka sokaklarda olan bitenlere çağırır şair, korkusuzca. Cinayet ve tüm suç kavramları toplumun ve tarihin bilinçaltına serbest dalışlarla yüzeye çıkarılır.

“Cesetler elle doyuma ulaşır tabutlarında
Kefen bezi sperm lekesi tutmaz
Savrul biraz!” (satırlarıma son verirken sana beni ter etmek yakışır- ağır ağabeyler orkestrası)

“Suçu benim üstüme at. Suç beni bağlamaz. Suç bana çarpmaz.” (monolog maketi-it cazı)

Küçük İskender, günceli oldukça rahat alır şiirinin yatağına. Ve sözcük şiirle buluştuğunda imgeyle nesneyi, nesneyle düşü çağrışımlaştırır. ‘Sevgili’ iyi ve kötünün, ben ile ben olmayanın sorgulanmasında tensel bir duralayıştır sanki. Acı çekmenin tene yansıyan doyumsuzluğunda gezinir beden. Böylece bedenin sözcüklerle soyutlaştırılmış cinselliği apiori algılanışa dönüşür. Ayıp ve günah olan, insan onlara ayıp ve günah dediği için böyledir ne de olsa…

“Çünkü herkes günahıyla bir yere kadar şimdilik sevap”(ölümün akrabası yok-ölü evinde seks partisi)

Sonuç olarak, genel geçer ve yaftalayan bakış açılarıyla sanıldığı gibi, eşcinselliğin ve alt kültürün erotik şairi değildir küçük İskender, bence. Günahla hesaplaşmanın başkaldıran cesur yürekli şairidir. Bunu yaparken şiirdeki arayışlarıyla da yenilikçi olmanın peşini bırakmaz. Şiirdeki cesur arayışlarıyla, mekanik ereksellikten arınmış çok sesli bir şiir damarı yakalamıştır. Onun popülerliğinin izinde yürümeye çalışanların işi oldukça zor. Şiirsel yaratıcılığı son derece ışıltılı bir sıra dışılığa yaslanmaktadır çünkü.

Daha önce de belirttiğim gibi, bir kısacık yazıyla küçük İskender gibi üretken ve şiiri birçok kılcal damara açımlanan sıra dışı bir şairi derinlemesine irdelemek olanaksızdır. Ayrıca onun bu sıra dışılığını lanetleyen bazı malum zihniyetlerin bu yazıya da aynı önyargılarla yaklaşacaklarından eminim. Ne var ki; bu tür sansürcü algılayışlara boyun eğmektense; şiir aşk’ıyla dolu kadehimi ‘salt’ özgürlüğe kaldırmayı tercih ederim.



* Bu yazıda küçük İskender şiirinde odaklanacağım için eşcinsellik kavramı, yalnızca homoseksüellikle sınırlandırılarak ele alınmıştır.

**italikler, parantez içlerinde belirtilen küçük İskender şiirlerinden alıntılardır.

Nilüfer Altunkaya

Kurgu- temmuz- ağustos 2010

25 Haziran 2010 Cuma

Orhan Kemal

Zeynep Arıkan’ın
“Bereketli Topraklar Üzerinde Romanında Kürtler”
Adlı Yazısı Üzerine

Geçtiğimiz Mart- Nisan aylarında ilk sayısı yayınlanan Sıcak Nal adlı dergide Zeynep Arıkan’ın Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanıyla ilgili bir eleştiri yazısı vardı. Orhan Kemal’in söz konusu romanında Kürtlere olan bakış açısı üzerine yazılmış yazıyı okumamış olanlar için uzun alıntılarla paylaşmak istiyorum.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte şekillenmeye başlayan ideolojinin ve bunun getirdiği kapitalist düzenin çıplak bir resmini sunan bereketli Topraklar Üzerinde, içeriğinin büyük bölümünü teşkil eden insanlar arası ilişkileri ikili zıtlıklar üzerinden kurar. Bunların dışında köylü şehirli karşıtlığı yer alır. Olay örgüsünün etrafında döndüğü üç ana karakter para kazanmak üzere geldikleri şehirde pek çok insanla karşılaşır ve bunlarla çoğunlukla dışa vurmadıkları bir çatışma yaşarlar. Yoğun biçimde gündeme getirilen şehirliyle köylü arasındaki karşıtlığa dair pek çok farklı olay sergilenir. Bir başka ikili zıtlık (zıtlık zaten ikililiği barındırdığına göre zıtlığı ikili ile tamlamaya gerek yok, N.A.) örneği olarak kadın ve erkek arasındaki ayrım sunulur... Romandaki ikili zıtlıklardan bir diğeri ise Kürtler üzerinden ifadesini bulur. Arnavut fabrika kapıcısı ya da taşeron Laz gibi farklı etnik kökenlerden karakterler zaman zaman karşımıza çıksa da en sık rastladığımız Kürtlerdir. Kurguyu sağlam kılan öğelerden biri olan objektif anlatıcının bu özelliği, Kürtler söz konusu olduğunda adeta devre dışı kalır. Birkaç karakter üzerinden etnik kimlikleri özellikle vurgulanan Kürtler bir anlamda ötekileştirilir. Bu bakımdan romanda irdelenen Türkiye işçi sınıfı içinde adeta farklı bir sınıf teşkil ederler.
Romanda Kürtleri ötekileştiren en önemli unsurlardan biri onların dış görünüşleriyle ilgili yapılan genellemelerdir. Tarif edilen bütün Kürt erkekleri kıllı, kısa boylu ve sert mizaçlı insanlar olarak resmedilir.”

Romandan bir takım örnek ifadeler alıntılanarak şöyle devam ediyor yazı;
“…Bu açıdan bakıldığında tek tip bir bedene sığdırılan Kürtler, karakter olmaktan uzaktırlar. Bireysellikleri bu şekilde gölgelenen ve klişeler içerisinde konumlandırılan Kürt karakterlerin bu anlamda ötekileştirmeye maruz kaldıkları iddia edilebilir.
Kürt işçileri romanda Türk işçilerinden farklı kılan bir diğer nokta ise; bu etnik grupta öne çıkan bütün karakterlerin acımasız kişiliklerine yapılan vurgudur. Kürt erkekleri neredeyse bir ölüm makinesi gibi tarif edilir:
" Bu bakışta (Halo Şamdin’in bakışında ) kin, kan, kurşun ölüm vardı.”(s.217)

Öfkeli yapıları dolayısıyla herkes onlardan korkar. Öyle ki yanlarına yaklaşmaya cesaret edemedikleri olur.
(…) ‘Halo Şamdin’i uyandırdın mı?’ Bekçi, ‘Git kendin uyandır,’ dedi. ‘Niye?’ ‘Korkuyorum ben o heriften. Adama deli camız gibi bakıyor. Esrar çalgını pezevenk.’ (s.265)
İlk karşımıza çıkan Kürt olan Yusuf’un fabrika mağazasındaki onbaşı Halo Cafer’den itibaren bu neredeyse bütün Kürtler için geçerlidir.
…Görüldüğü gibi sınıfsal çelişkilerin ezilen sınıfta neden olduğu duygulardan biri olan öfkenin Kürtlerdeki yansıması, Türklerle kıyaslandığında çok daha yakıcı biçimde ortaya konur... Dolayısıyla Kürtler fazlasıyla gaddar resmedilerek bu bakımdan oldukça keskin bir genellemeye maruz kalmışlardır.”

Yazı, romanda ötekileştirmenin Kürtleri sessiz bırakmakla sürdürüldüğü vurgulanarak, yazarın roman boyunca Kürtlerin seslerini bilinçli olarak duyurmamış olduğu iddia edilerek devam ediyor. Ve şöyle bitiyor; “ Antiemperyalist söylemiyle ve sınıflar arası farklılığa açtığı savaşla ön plana çıkan Orhan Kemal’de dahi bunun (Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Türkiye’nin içine girdiği Batı eksenli düşünme biçiminin, N.A.) izlerine rastlamak mümkün olmaktadır. Bu düşünme biçimi ötekileştirmek suretiyle yeni bir kimlik yaratmak kaygısından doğmuştur. Doğulu’dan ziyade Batılı olmanın daha doğudaki toplumları kendinden ayırmakla mümkün olacağı düşüncesi, doğudaki toplumların kategorize edilmesine, onların tek tipleştirilmesine neden olmuştur. Bu toplumlar arasında Kürtler özel bir yer teşkil ederler; zira bu etnik grup, toprak paylaşımından payını alamayıp, Türkiye sınırlarında yaşamaya devam etmişlerdir. Bu bakımdan sınırların içindeki “öteki” olmuşlardır… İktidar tarafında çoğu zaman geri kalmış, vahşi ve pis yığınlar olarak lanse edilmişlerdir. Bu durum, beyazların zencilere ya da yerli halklara uyguladığı politikanın bir benzeridir… Türk Edebiyatı’nda birtakım klişelerin içinde boğulmamayı başararak sosyal gerçekçi romanlar kaleme almış böylesine önemli bir yazarda dahi benzeri bir oryantalizmi görmek, konuya önemli bir ışık tutmaktadır inancındayım. ”*


Bu yazıyı birkaç açıdan ele almak olası. Öncelikle edebî bir eleştiri yazısı olarak son derece yüzeysel bir yaklaşımla yazılmış olduğunu vurgulamalıyım. Benim niyetim, yazıyı eleştiri kuramları açısından ele almak değil. Ben yazının odaklandığı düşünceyi yani romanda Kürtlerin ‘bilinçli’ olarak ötekileştirildiği, tek tipleştirildiği, aşağılanarak resmedildiği iddiasını ele almak niyetindeyim.

İlk aşamada aklıma geliveren sorular şunlar:
Bir edebiyat eserine böyle bir iddia açısından yaklaşmak ne derece nesneldir? Akademik bir araştırma dışında bir romanı etnik kökenler açısından değerlendirmek nasıl bir gereksinimden doğar? Bu etnik kökenlerden yalnızca birini ele alarak romandaki bir kaç tiplemeden yola çıkıp bir takım genellemelere varmak ne derece sağlıklı bir tutumdur? (Elbette her romanı her açıdan eleştirebilir, istediğimiz konuda odaklanarak inceleyebiliriz. Buna hiçbir itirazım yok. Yalnızca bazı kapılar aralamaya çalışıyorum bu sorularla.)

Orhan Kemal’in yazıda vurgulandığı gibi Batılılaşma uğruna doğulu insanları (yani Kürtleri), oryantalist bir anlayışla anlatmak kaygısı içinde olduğunu söylemek için yeterli kanıtımız var mıdır? Yeterli inceleme ve araştırmalar yapılmadan, konuya derinlemesine eğilmeden böylesine yüzeysel yaklaşımlarla böylesine önemli bir sonuca varabilmek, önyargılardan arındırılmış bir tutum olarak değerlendirilebilir mi?

Kendini yoksul halkların sömürülmesine karşı sınıfsal kavgaya adamış, bu uğurda yaşamını ortaya koymuş, yazdığı her eserde ‘pozitif’ toplumcu gerçekçilik anlayışıyla yaşadığı toplumun aydınlanmasına katkı sunmaya çabalamış bu büyük yazarımıza böyle bir haksızlığı yapmanın arkasında “edebiyat dışı” bir neden ya da nedenler var mıdır?

Bu sorular çoğaltılabilir elbette. Ama genel olarak ele alınırsa, Orhan Kemal’i Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanında Kürtlere “Türkiye işçi sınıfı içinde adeta farklı bir sınıf” oluşturacak kadar ‘yanlı’ bir bakış açısına sahip olmakla nitelemek yazarın antiemperyalist duruşuyla hiç örtüşmeyen bir suçlamadır, bana kalırsa. Romanın ana çatışmalarının birinin de Kürt-Türk etnik kimlikleri arasındaki zıtlık olduğunu söylemek, amacını aşan bir ifade olsa gerektir. Bunun yanı sıra yazarın romanda Kürtleri tek tipleştirerek ‘ötekileştirme’ eğilimi (neredeyse çabası ) içinde olduğu da, Türk işçilere göre Kürt işçilerin çok daha olumsuz özelliklerle resmedildiği de romana ve romandaki karakterlere önyargılı (art niyetli de diyebilirim) bir bakışın yalnızca üstünkörü bir irdelemeyle varılmış sonuçlarıdır. Bu üstünkörü, neredeyse yalapşap yapılmış irdelemelerin sonucunda Orhan Kemal gibi yalnız Cumhuriyet’in ‘tek tip’leştiren ideolojisiyle değil, rejimin baskıcı güç odaklarıyla da savaşmış bir sosyalist yazarın yazıda belirtildiği gibi “Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Türkiye’nin içine girdiği Batı eksenli düşünme biçiminin” etkisinde kaldığını söylemek akıl alır gibi değildir. Orhan Kemal’in Kürtlere olan bakış açısında iktidar tarafında yer aldığını söylemek, neredeyse bir taraf olduğunu vurgulamaya götüren ifadelerde bulunmak da hiç akılcı bir yaklaşım değildir.


Yine de Orhan Kemal’in bu romanında Kürtleri tek tipleştirerek aşağıladığını, sessiz bırakarak ötekileştirdiğini, Kürtlerden seçtiği kahramanlarına ‘özellikle’ ‘kötü’ huylar, ‘olumsuz’ davranış biçimleri aşıladığını düşünelim. Hatta gelin Orhan Kemal’in bunları yaparken de daha önce söz ettiğimiz gibi Batıdan doğuya bakarkenki oryantalist önyargıları benimsemiş olduğunu ve bu nedenle bunları ‘bilinçli’ davrandığını kabul edelim.

O zaman başka sorular geliyor aklıma benim.

Sınıfsal bakış açınızı ortaya koymadan, Kürt-Türk ırkları olarak sınırladığınız bir yaklaşımla yapacağınız eleştiri nasıl bir ideolojiden beslenecektir? Türkiye Kürtlerinin yaşadığı sorunları yalnızca bir ‘ötekileştirme’ penceresinden ele almak ve bu sorunları yalnızca etnik kökene dayalı bir tutum olarak görmek, gerek siyasi gerekse sosyolojik açıdan ne derece yeterlidir? Toprak reformundan çözülememiş feodal ilişkilere, töreden, dinsel sömürü ve dogmalara, aşiret geleneğinden, eğitim öğretim sorunlarına, ekonomik koşullardan kadın hakları ve insan hakları ihlâllerine ve en önemlisi onlarca yıldır uygulanan siyasetler gereğince yaşanan yoksulluklara değinmeden işin içinden çıkılabilmek mümkün müdür? Böyle bir geniş açıyla yaklaşmak yerine konuyu Kürt-Türk kimlikleriyle kıyaslamalarda bulunarak ele almak başka türlü de olsa milliyetçilik değil midir?

Öyleyse, Nazım Hikmet Türk şairiyim dediği için, Sabahattin Ali başka bir neden bulunarak bu ‘ötekileştirme iddialarından payını alacak mıdır?

Bu sorular da çoğaltılabilir. Ama ben sonuç olarak her iki açıdan da bakıldığında emek sömürüsüne karşı verilmesi gerek sınıf mücadelesinin ‘salt’ etnik kimliklere göre bölünerek güçleneceğine inanmıyorum. Bu önyargılarla toplumcu sosyalist yazarlarımızı hedeflemenin edebiyatımıza bir getirisi olacağını da Türkiye halklarını, bunca yıldır sömürülen Kürt halkının daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasında çözüme yaklaştıracağını da düşünmüyorum.



*Yazıdan yaptığım alıntılar, aslına uygundur.

Nilüfer Altunkaya
Berfin Bahar- Haziran 2010

23 Mayıs 2010 Pazar

ütopyalar

Benim Hâlâ Ütopyam Var

Cennetten ayrılış…

“İnsan nimete kavuştuğu ya da yüksek bir makama ulaştığı zaman ilk arzusu burada devamlı kalmaktı. Devamlılık arzusunda en haklı kişi Âdem (a.s.) olmalıydı. Çünkü cennet’teydi. Haklı olarak Âdem (a.s.) bu arzuyu duydu. Şeytan da onu bu noktadan vurdu.
Nihayet şeytan onu fitledi;
- Ey Âdem sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir devleti göstereyim mi?(Taha 20/120)
- Rabbınızın sizi bu ağaçtan men etmesi, melek olmanız ya da burada temelli kalmanızı önlemek içindir.
- Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine de (yalan yere) yemin etti.
Şeytan;
- Böylece onların yanılmalarını sağladı. (el-A’raf 7/20-22)
- Âdem (a.s.) ve eşi; melek olma veya cennette ebedî ihtimallerini duyunca Şeytan’ın kendilerine düşman olduğunu unuttular. Ağaca yaklaşma emrinde sabırsızlık ettiler. (Taha 20/115) Ağaçtan yediler.
- Ağaçtan meyve tadınca; ayıp yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamağa başladılar. Âdem rabbına karşı geldi de şaşıp kaldı. (Taha 20/121)
…Cennette başlayan insan hayatının ilk bölümü sona erdi. Âdem (a.s.) ile eşinin sebep olduğu olay; insana cennet öncesi dünya hayatını mecburi kıldı.”[i][1]
Kutsal kitaplarda anlatılan ilk günah ve cennetten kovuluş miti, şeytana yenilen ‘insan’ın cezalandırılması ve yeryüzüne indirilmesi ile sonuçlanır.
“ Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.” (el A’raf 7/24-25) [2]

Kaybedilen bu cennete kavuşmak insanlığın en büyük özlemi olmuştur. Altınçağ söylenceleri, Avustralya yerlilerinin (Aborjinlerin) Hayal Zamanı, Çinlilerin Taocu Mükemmel Erdem Çağı ve Dante’nin İlahi Komedyası bu özlemi dillendirir. Batılı düşünmede Yahudi Mesih düşüncesinden beslenen Hıristiyan binyıl inancı cennete kavuşma özleminin bir yansımasıdır. Mesih’in gelişi ile çekilen acılar sona erecek, barış, bolluk ve erdem çağı başlayacaktır. Böylece binyıl inancı ile ‘inananlar’ ödüllendirilecek ve gelecekte bir gün sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır.

Altınçağ, insanoğlunun yeryüzünde yaşadığı son mutlu çağdır. Bu dönem, derebeylik öncesi, sınıfların doğmamış olduğu, insanların tarım ya da hayvancılıkla uğraşarak gereksinimlerini doğadan doğrudan karşıladığı, kimsenin kimseye üstün olmadığı bir dönemdir. Yoksulluk ve varsıllık yoktur. Suç olmadığı gibi ceza da yoktur.

İnsanın doğanın bir parçası olarak doğal yaşantısında mutsuz olmadan yaşadığı bu Altınçağ sonrasında özel mülkiyet ile birlikte eşitsizlikler de başlamıştır. Bu bolluk içinde yaşanan ‘devlet’siz düzende köleler yoktu. “Yoksulluğu baskıyla kontrol altında tutacak ‘devlet’ ilkçağın köleci devletleriyle kurumsallaşmıştır.” [3]

Eşitlik ve özgürlük içinde yaşanabilecek bir toplum yaşamı olanaksızlaştıkça insan doğayla olan savaşını kazanmak pahasına kendisiyle olan savaşını kaybetmeye başlamıştır.
İnsanlığın binyıllardır Eden Bahçelerindeki (Tevrat’ta geçen cennet bahçeleri) gibi mutlu yaşabilecekleri bir cennet özlemi olsa da yeryüzünde buna uygun bir toplumsal yaşam kurulamamıştır.

Böylece mutlak mutluluk yeryüzünde yakalanamayarak ‘öteki’ dünyaya ertelenmiş, kutsal kitaplarda geçen cennete, bu dünyadaki haksızlıkların hesabının sorulabileceği ve yaşanabileceği bir yaşam sonrası cennete bırakılmıştır.
Bütün bu cennetlerde geçen yiyecek, içecek gibi besin gereksinimlerinin karşılanmasındaki bolluk ve bunlara ulaşmadaki zahmetsiz eşitlik dikkat çekicidir. Öyleyse bedensel gereksinmelerin ‘zahmetsiz’ ve ‘eşitlik içinde’ karşılanması tüm cennetlerde varolan bir olgudur.

Toplumsal yaşam insanın, doğanın ona zaten sunduğu mutluluğuna engeller koydukça ‘insanın mutluluk içinde yaşayabileceği toplum, nasıl bir toplumdur?’ sorusuna yanıtlar aranmaya da başlanmıştır.

Yeryüzü cennetleri tasarlamanın tarihi çeşitli kültürlerde farklı zamanlara uzansa da esas itibariyle ‘ideal kent’ tasarımı ile en iyi devletin nasıl kurulabileceğini araştıran Platon başlangıç kabul edilir. “Bu yüzden T. Olson; Ütopya bir tür olarak Yunan kültür toprağı üzerinde yükselir; başka hiçbir yerde de yükselemezdi.” der. Bu tespitle bağlantılı olarak ütopyacı gelenekte Platon’un büyük öneminin kabulü vardır. Öyle ki Platon’u ütopyacı olarak görelim ya da görmeyelim o “türün atasıdır.” Ve “daha sonraki ütopyalara yön veren temeli kurmuştur.” [4]

“Ütopya; düşte ve düşüncede kurulmuş eşitlikçi, doğru, mutlu ve güzel bir toplum düzenidir. …İnsanoğlu en iyi saydığını kendi yaşam sürecinde yaratamazsa bile gönlünden geçeni umut, düşünce ve inanç dünyasında kuruyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan ülküler, bu dünyanın vermediğini vermesi beklenen ölüm ötesi cennetler buna örnektir.
Ütopya ise yeryüzünde süre giden koşullardan insan bilinci ve emeği ile yaratılmış erinç toplumunun düşüncede kurulmasıdır.” [5]

Devlet deyince…

Platon’u ‘bir kenti değil, refah içinde bir kenti ’, ‘doğruluk ve eğrilik’ kavramlarından yola çıkarak kurgulamaya iten neden, Hesiodos’a “Bu çağ daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?” dedirten bir çağda erdemli bir toplum kurmak düşüncesi miydi?

İdeal kent tasarımıyla, ideal toplum düşüncesine geçiş bir yeryüzü cenneti tasarlamanın ilk adımlarıydı. “İnsanda doğruluk nedir?” sorusuyla başlayarak birey ve toplum için doğruluk içinde yaşanılacak bir kent kurmayı amaçlayan Platon’un Atina’ya karşılık Sparta (Isparta) düzenini –özellikle aristokrat kökenli askerler düzeni açısından- örnek aldığı düşüncesi yaygındır.


Genel olarak ütopyalarda bu kentlerin karakteristik özellikleri farklılıklar gösterse de ideal kentin sistematik bir biçimde örgütlenmesi çok önemlidir.

Platon, devletin kuruluşunu nedensel olarak insanın tek başına kendisine yetememesine ve karşılanması gereken birçok gereksinimi olmasına bağlar. Gereksinimlerin karşılanması için kurulmuş bir kent… Başka işlerle uğraşmaksızın tek bir işle uğraşan dülgerler, çilingirler, dokumacılar, ayakkabıcılar, çiftçiler… Ama en önemlisi “işleri büyük ustalık ve dikkat isteyen” savaşçılar… Bu savaşçı; “Kentte iyi bekçilik edecek olan adam, yaradılışı bakımından filozof, coşkun ruhlu, çevik güçlü olmalı…”[6]

Platon’un insanların ortaklaşa yaşamalarını mutluluk sağlayacak şekilde düzenlemesi gereken ‘devlet’i üç ayrı kısımdan oluşacak şekilde kurulmuştur. (Platon’un insan ruhunu da üç ayrı bölüme ayırdığını anımsayalım.) Bu devlette “ruhtaki itkilere karşılık olan besleyenler takımı, iradeye karşılık olan koruyanlar takımı, akla karşılık olan öğretenler takımı”[7] vardır. “İştahlarında doğan bir kaygı ile günlük gereksinimlerinin ardından koşan yurttaşların büyük çoğunluğu topluluk hayatının maddi temellerini sağlar; koruyucular, dışarıya karşı düşmana savunma ile; içeriye karşı da kanunların yürütülmesini sağlamakla devletin varlığını korurlar; yöneticiler ilkeleri bulup belirtirler. Bütün devletin olgunluğunu da ona erdemler sağlarlar; bunlar da; Bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalettir.”[8]

Yurttaşların ‘erdemli’ yaşayışlarını engelleyecek ya da ‘kusursuz’ işleyen düzenini aksamasına yok açabilecek aykırılıklara göz yumulmaz. Hesiodos ve Homeros’un şiir ve destanlarında anlattıkları çocuk ve gençlerin ereğe uygun bir şekilde yetiştirilmesi açısından zararlıdır. Ve Platon’un aktarımıyla sorar Sokrates; “Peki yalnızca şairleri gözaltında tutup şiirlerinde iyi huyları betimlemeye mi, yoksa hiç şiir yazmamaya mı zorlamalıyız? Öbür sanatçıları da gözaltında tutup onların kötü huyları, dizginsizliği, alçaklığı, uygunsuzluğu ya canlıların betimlenmesinde, ya yapılarda yahut da başka bir sanat yapıtında göstermelerine engel olmamalı mıyız?”[9]

Platon’a göre gençlere ‘ölçülülüğü’ öğretmek için şiir ve sanat uygun değildir. Çünkü
“ölçülü, akıllı olmanın yolu egemenlere baş eğmek; içki, aşk ve yemek gibi hazlarla da kendi nefsine hâkim olmaktır.”
“Tanrılardan kötülük gelmesine olanak yoktur” diye düşünen Platon; “kutsal bir varlık gibi önünde secde ederdik” dediği şairi kentine sokmaz… “Başına kokular sürdükten, yün şeritlerden bir taç koyduktan sonra onu başka bir kente gönderir.” [10]

Platon’un devletinde yöneticilerle savaşçılara özel mülkiyet yasaktır. Kadınları, çocukları ve malları ortaktır. Platon, bunu devletin işleyişinde aksaklıklar olmaması adına zorunlu görür.
Çünkü; “toprağa, evlere, paraya sahip olurlarsa, bekçiyken ev sahibi ve çiftçiye, öbür yurttaşların dostlarıyken düşmanlarına ve zalim efendilere dönüşürler.”[11]
“Kimlerin yöneteceğini, kimlerin yönetileceğini” saptamak gibi bir sorunu çözerken “yaşlıların yönetmesi, gençlerin de yönetilmesi” gerektiğini vurgular.
Platon’a göre Tanrı insanları yaratırken önder olmaları için yarattıklarına doğdukları zaman altın katmıştır, bu onları en değerli yapar. Yardımcılara gümüş, çiftçilere ve diğer zanaatkârlara da demir ve tunç katmıştır. Öyleyse; sınıflar ve ayrıcalıklar doğuştandır ve kaçınılmazdır. Ayrıca devletin başına geçecek olan kişiler, edebiyat, musikî (izin verilen seslerle) ve matematikle eğitilmeli sonra da felsefe ile uğraşmalıdır. Böylece ‘seçkin’ bir yönetici sınıf oluşturulur. Çoğunluğu oluşturan ve ‘para’ ile ilişki içindeki geniş kitleler, bu seçkin yönetici sınıfın egemenliği altında yaşayan yurttaşlardır. Para ile ilişkili olmak, “zekâ bakımından değerli olmayan, bedenleri ağır işlere uygun, iş güçlerini satan” sınıflar için gereklidir. Yöneticiler ve savaşçılar dışındaki çoğunluğu değersiz gören bu devlet oligarşik ve totaliterdir.
“Devlet adamlarının ‘gerektiğinde’ (belki de çoğunluğu daha iyi yönetebilmek adına N.A.) insanların yararına yalana ve düzene başvurabilirler… Bu tür yalanları da birer ilaç gibi yararlı sayarlar. Böylece ütopyaların tarihini yazan ünlü Amerikalı eleştirmen Lewis Mumford’un dediği gibi, hiç kimse başkaldırmasın diye, bu erdemli yöneticiler “Platonik bir Pentagon içinde bir CIA oluştururlar aslında.” [12]

“İyi yaşama dair antik görüşler, eski toplumun kaçınılmaz sınırları olarak gözüken hatlarda çevrelenmişti. Bunlar arasında eşitsizlik ve hiyerarşi ihtiyaçları vardı. Lewis Mumford’un dediği gibi “ütopyayı kölelikten, sınıf egemenliğinden ve savaştan arındırmak yerine evliliği ve özel mülkiyeti kaldırmak Yunan ütopyacılarına daha kolay geliyordu.”
…Platon’un Devlet’indeki en radikal görüşte bile sınırlar bellidir. Aristoteles, Platon’un yurttaşlardan oluşan gövdenin hemen hemen hepsini oluşturan yönetici olmayan yurttaş kitlesi –başka deyişle çiftçiler ve zanaatkârların oluşturduğu üçüncü sınıf- konusunda bizi neredeyse hiç aydınlatmadığından yakınır… Aristoteles’e göre Platon “bir insan heyetini devletin kalıcı yöneticileri” yaparak iktidardan uzak tutulan bu büyük çoğunluk arasında “hoşnutsuzluk ve anlaşmazlık” körükleyecek bir sistem kurmaktadır.”[13]

Ve Ütopya…

Thomas More, (1478-1535) “ütopya sözcüğünü Yunanca yer anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen “eu” ve yok anlamına gelen “ou” takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirerek türetmiştir.” [14] Böylece sözcük “olmayan yer” ile “iyi yer” anlamını taşıyan bir ironi içermiştir. Thomas More, ütopya yapıtı ile hem düşte, düşüncede kurulmuş imgelem ürünü bir ‘ideal ’ toplum düzeni tasarladı hem de bu eseriyle edebî, siyasî ve felsefî bağlamları olan bir kavram oluşmasına öncülük etti.
Thomas More, bir Rönesans hümanistidir. Çok yanlı kişiliği, olaylarla dolu yaşamı ve birçok açıdan tartışılagelen idamı ile tarihin unutulmaz isimlerinden biri olmuştur. 16 yy. İngiltere sinde yaşanan yoksulluk, kargaşa ve haksızlıklara birebir tanık olduğu için bütün bunların yaşanmayacağı, insanların ‘hep beraber’ mutlu oldukları bir ‘hiçbir yer’ tasarladı. Bugün onu ölümsüz kılan bu ütopyasıdır.
Ütopya, Raphael Hythloday adlı bir gemici tarafından görülmüş bir adadır. Bu gemici ile yazar arasındaki diyalogda (1. Bölüm) genelde tüm modern yaşantılar, özelde İngiltere yasalar ve uygulamaları bakımından kıyasıya eleştirilir.

“Korkarım İngiltere’nin daha çok çekeceği var bu yürekler acısı yoksulluklar yüzünden” der Raphael Hythloday; “Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pençesine bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor. Büyüyüp suç işledikleri zaman… ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.” [15]

Bir yargıç olan More, idam cezasına özellikle hırsızlığın idamla cezalandırılmasına karşıdır. Çalana ve öldürene aynı cezanın verilmesini haksızlık olarak görür. Hırsızı yaratan zaten toplumdur.

Raphael Hythloday ile yazar arasında geçen diyaloğun dikkat çekici bir diğer noktası da kralın hizmetinde çalışmak konusudur. O yıllarda ne kadar dirense de Thomas More, VIII. Henry’nin hizmetine girmek durumunda kalmıştır. Bu konuda kendi düşüncelerini Raphael Hythloday ’ye söyletmeyi seçer gibidir. Devlet işlerinde çalışmak, çıkarcı, bağnaz dalkavuklarla uğraşmak ve dürüst olduğun sürece hain damgası yemek demektir. More, bu konularda öylesine alçakgönüllü ve öylesine gerçekçidir ki çok yüksek mevkilere gelmiş olsa da bu statülerin büyüsüne kapılmaz. Kralla olan ilişkisi adına gururlanan damadına krala yönelik olarak şöyle yanıt vermiştir:
“Kellem sayesinde Fransa’da bir kaleyi (savaşa gönderme yaparak) ele geçireceğini bilse kellemin uçacağından hiç kuşkun olmasın.” [16]

Bu sözleri bir bakıma yazgısıyla ilgili bir öngörü gibidir. VIII. Henry karısından boşanıp, başkasıyla yeniden evlenmek istediğinde onaylamayan Roma’ya karşı Katolik kilisesinden bağımsız, kendisine bağlı bir İngiltere kilisesi kurmak istedi. Thomas More, bunu onaylamaz görününce ve düşüncesini sözle ifade etmediği için cezalandırılmasını gerektiren bir şey yapmamış olduğu konusunda direnerek geri adım atmayınca, ihanetle suçlandı. İdam edildikten sonra kesik başı Londra köprüsünde bir kazığa çakılarak halka gösterildi.

“R.W. Chambers’e göre, o yalnız kutsal Katolik kilisesinin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü. Karl Kautsty’e göre de More, bir kralın aklına esti diye inançlarından vazgeçmeye yanaşmayıp idam sehpasına çıkmakla, kişiliğinin yüceliğini kanıtladı.”[17]

Ütopya ile More öylesine iyimser ve insancıl bir toplum tasarladı ki ütopya sözcüğü gerçeklikle bağdaşmaz görünen düşsel, düşüncede kalan gibi olumsuz anlamlar da kazandı.
Oysa Raphael Hythloday’ye göre yapılması gereken şeyler o kadar nettir ki; bunlar yapılırsa, ‘iyilik ve mutluluk ülkesi’ insanın isteği, özverisi ve çabasıyla gerçekleştirilebilir.
“Kendi yurdunuz içinde doğrulukla yaşayın ve yaşatın, devletin giderlerini gelirleriyle denkleştirin, kötülük kaynaklarını kurutun, saçma ve barbarca bir düzenin öldürmeye ve ölmeye sürüklediği mutsuzlara karşı işkence arayacak yerde, kötülüğü daha tohumdayken önleyecek, yok edecek insanca kurumlar yaratın.”[18]

Ütopya’da insanları mutluluğa ulaştırmanın en önemli yolu olarak ‘eşitlik’ ilkesinin uygulanması gerektiği vurgulanır. Bunun da tek yolu özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Thomas More’un bu görüşe Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden ve manastır yaşantısından esinlenerek vardığına dair görüş birliği vardır.
“Kilisenin başlangıçtaki eşitlikçi ve kömünal düzeni ile İsa’nın yaşamı ve öğretileri başta on altıncı ve on yedinci yüzyıldakiler olmak üzere ütopyalar için sürekli bir esin kaynağı olmuştur. ” [19]
More, herkesin eşit koşullarda çalıştığı bir toplumda çalışma saatlerinin de azalacağı görüşüyle sosyalizme yaklaşmıştır. İş bölümü dönüşümlüdür. Aileler, ortak evler, ortak mutfaklarda yaşar. Boş zamanlarda bahçe işleriyle uğraşılır. Platon’un Devlet’inde yasaklanan sanatlarla ya da seçkin zümreye hak görülen kültür edinme işleriyle uğraşılır.
Ütopyalılar birörnek giyinirler. Devlet yönetimi demokratiktir. Tek tip düzenliliği ile bireysel özgürlüklerin son derece kısıtlanmış olduğu bir yaşam tarzı sunması bakımından eleştirilse de bu adada özgecilik bireycilliği öylesine alt etmiştir ki bazı bireysel haklardan toplum yararına isteyerek vazgeçilmiştir. Yasa sayısı çok azdır ve suçu tasarlamak da suç işlenmiş gibi cezalandırılmayı gerektirir. Suçta ısrar edenler içinse kölelikten başka çıkar yol yoktur. Ayrıca Ütopya’da köle olmak başka bir ülkede özgür olmaktan iyidir.

Thomas More, sınıfsız bir toplum tasarlarken zenginliklerden eşit bir şekilde yararlanılmasının yeryüzünde insanlığı mutluluğa kavuşturacak bir çözüm olacağı düşüncesinden yola çıkmıştır. Vicdan ve din özgürlüğünden söz edilemeyen o yıllarda ütopyada dinsel hoşgörü çok önemlidir. Herkes dilediği gibi ibadet etmekte ve Tanrı’sını, dinini seçmede özgür bırakılmaktadır. Gerçi Raphael Hythloday, İsa’nın öğretisini yani Hıristiyanlığı ada halkına tanıtma çabasındadır ama ütopyalıların ilgisini çeken nokta, ilk dönem Hıristiyanlığında malın mülkün ortak olması ve İsa’nın yoksulluğu özendirici doğal yaşantısıdır.
Hıristiyanlık dininin insanı günahla doğan ve ancak ölünce günahlarından kurtulacak olan bir günahkâr olarak görmesine karşın Ütopya’da insana yeryüzünde mutlu olması gereken değerli bir varlık gözüyle bakılır.
Bir yandan düzenin üstünlüğü ve bireysel özgürlük arzusu arasındaki çelişme ve çatışmayı idealist bir yaklaşımla çözerken bir yandan modern toplumun ikilemlerini de çok açık bir şekilde dile getirdi. Ve böylece “More’un ütopyası modern ütopya’nın hiyerarşik değil demokratik olacağını ilân etti.”[20] Ayrıca yayılmacılık ilkesiyle de İngiliz emperyalizminin düşlerini pekiştirdi.



Edebiyat ve Ütopya…

Tommaso Campanella’nın (1568-1639) dinsel öğretileri bilimin ışığında doğrulama kaygısı, on yedinci yüzyıl başlarında Kopernik kuramının Galileo tarafından doğrulanması ile güneş merkezli evren kuramına geçişin bir yansımasıdır. Güneş Ülkesi’nde, bilgin-rahiplerden oluşan bir yönetici sınıf vardır. Campanella, kurduğu ütopyayı pratik açıdan uygulanamaz oluşu, katı bir düzen olması gibi konularda kendisi eleştirmiştir. Oysa; “Campanella’nın pratik etkileri Platon’la More’a göre çok geniş olmuştur. Öncekiler pratik alanda hiçbir yankı uyandırmadıkları halde Tommaso Campanella uzun bir süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması Güneş Ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştı.” [21]

Francis Bacon, (1561-1626) kaybedilen cenneti yeniden kurmak için bilimden ve dinden yararlanmak gerektiğini düşünmüştür. “Yeni Atlantis, bilimsel araştırmanın ürünlerine dayalı bir ütopya örneğidir. Bu yapıtta çok yönlü bilimsel araştırmayı örgütleyip yöneten ve sonuçları uygulamaya koyan geniş kapsamlı bir bilim kurumu hayal edilmiştir.” [22]
Bu bitmemiş yapıtında Bacon, erdemli yaşamı bilimle iç içe yaşayan bir halkı, Ben Salem halkını anlatır. Konuklar, görevliye bahşiş verilmek istediğinde, “bir iş için iki kez para almam” sözüyle karşılaşırlar.
Jonathan Swift, (1667-1745) Güliver’in Gezileri’nde dört ayrı yolculuk ile, cüceler ve devler ülkesine, bilim adamlarının olduğu bir uçan adaya ve Huiynim adı verilen atlar ülkesine yapılan yolculukları anlatmıştır. Huiynim’lar insanın olumlu özelliklerini toplamış canlılar olarak ütopik bir yaşam örneği sunarlar. Güliver, sonunda ‘insan’a öylesine yabancılaşır ki ömrünün kalan kısmını iki at alarak onlarla geçirmeye ve at gibi yaşamaya karar verecek kadar aykırılaşır.
Edward Bellamy, (1850-1898) Geçmiş’e Bakış’ta zamansal bir atlama ile yani bir klasik zaman yolculuğu tekniği kullanarak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında uyutulan kahramanı 2000 yılında uyandırmış ve iki zaman dilimindeki Amerika’yı karşılaştırmıştır. “Geçmiş’e Bakış’ta ortaya çıkan toplum bir yandan Thomas More’un Ütopya’sı bir yandan Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i ile karşılaştırılabilir. Geçmiş’e Bakış, Ütopya’daki üretim ve paylaşım anlayışını Yeni Atlantis’de öngörülen teknolojik gelişmelerin gerçekleştirdiği bir topluma uygulamıştır. Böylece Bellamy çözümü ekonomi ve endüstriyi yürütüp yöneten ulusal bir endüstri ordusunda görmüştür. ” [23]

William Morris, (1834-1896) ise Düş Dünyasından Haberler’de, Geçmişe Bakış’ta kurulan merkeziyetçi örgütlenmenin tersine, bireysel duygu ve düşüncelere dayanan endüstrileşme, makineleşme, toplu üretim ve ekonomik bunalımların geride kaldığı doğayla ve insan doğasıyla iç içe bir yaşantı kurgulamıştır. Batı ütopyalarının en hümanisti olan bu yapıta geçen bir diyaloga göz atalım:
“Çalışmanın karşılığı nedir?”
“Sevişmenin karşılığı ne ise odur.”

H.G.Wells, (1866-1946) Çağdaş Bir Ütopya’da, ütopya anlayışını tartışma konusu yaparak, çözümün bölgesel değil tüm dünyayı kapsayan nitelikler göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu amaçla dünyanın bir ikiz gezegenini kurgulamıştır.

B.F. Skinner ise Walden İki’de davranışsal yöntemlerle uygulanabilecek olumlu pekiştireç yoluyla insanlara deneysel verilere dayanarak belirli davranışların kazandırılabileceğini, böylece insanın iç dünyasının acılarının azaltılabileceğini savundu.

Yazılı bir metin olarak değerlendirildiğinde Ütopyaların kurgusal ortaklıklarından söz edilebilir. Gezgin yaşantısı olan bir anlatıcı ile diyalog, bir deniz kazası sonucunda ütopik adada uyanış gibi… Böylece okurlara ütopik kentin ve kent yaşantınsın tanıtılması yoluna gidilir.
Genel bir yaklaşımla Ütopya türlerinin tam olarak roman unsurlarını içermediği söylenebilir. Kişilerin yaşantısına genel bir toplugörünümden bakan ve tasarlanan toplum düzeninin ayrıntılı olarak benimsenmesi üzerine kurulan bir tür olarak öncelikle romanın kurgusal anlamda içerdiği gerilim unsurundan yoksundur. Bu açıdan bakıldığında Ütopyaların, yazarı tarafından roman şeklinde tasarlansalar bile, romanın bilimkurgu ve fantastik roman olarak isimlendirilen türlerine açılan bir çizgide durdukları söylenebilir.

Teori olarak Ütopya…

Henri Saint-Simon, Charles Fourier, Agueste Comte, Herbert Spencer ve Karl Marx’ın ‘ütopya’ sözcüğünü kullanmaktan kaçındıklarını vurgulayan Krishan Kumar; “Marx’ın ütopyaları küçümseyerek görmezden gelişi – geleceğin lokantalarına yemek tarifleri yazmakla uğraşmıyorum- sonraki sosyalist harekete ağır bir bedel ödetti.” der.

19. yüzyıl sonlarında yoksul halklar için karamsar dünya gerçekliğinden tek kurtuluş umudu ‘sosyalizm’de odaklandı. 20. yüzyılın ilk yarısında ırkçı bir çılgınlık boyutuna ulaşan Hitler’in Nazi Almanya’sı bir ütopik faşizm olarak değerlendirilemez mi? Bir zamanlar yani yoksullar için bir cehennem olduğu anlaşılmadan önce, bereketli toprakları, geniş coğrafyası ile Amerika ütopik bir zenginlikler ve özgürlükler ülkesi değil miydi?

Ütopya teriminin gerçeklikten uzak ve uygulanamaz olan anlamı vurgulanarak, sosyalizmin ütopik olduğunu düşünenler için pratikte yaşanan sorunlar, halkı yoksulluğa köle etmeyen bir toplumsal kalkınma ve yaşama modeli olarak görülen Sovyetler Birliği’nin ardından diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin çöküşü, deneysel bir kanıt olarak ele alınmıştır.
“Sovyetler Birliği, der Andre Gide en saf umutlarımıza ihanet etti. Ve bize dürüst bir devrimin tehlikeli bir bataklığa gömülebileceğini trajik bir şekilde gösterdi. Eski kapitalist toplumun aynısı yeniden kuruldu. Serfliğin bütün o sefil köleci mantığı ile insanı ezen ve sömüren yeni ve korkunç bir despotizm.” [24]

Bu noktada antiütopya’ya çarpmış oluyoruz. Zamyatin; We, Huxley; Cesur Yeni Dünya, Arthur Koester; Gün Ortasında Karanlık ve George Orwell; 1984 ile antiütopyacı bir duruşla sosyalizmi hedeflediler. “Modern antiütopyayı sosyalizm yaratmıştır.” [25]

Marksist teorisyenlerin de bugün kapitalizmin baskıcı gücü altında azınlıkta ve yenik duran sosyalistlerin de üzerinde enine boyuna düşünmesi gereken tarihsel süreç- ne yazık ki- isyanlarla, savaşlarla, soykırımlarla doludur. Ve ne acıdır ki insanlık hâlâ tüm insanları eşit koşullar altında sahiplenen bir dünya düzeni kuramamıştır. Tüm insanları kucaklamak bir yana açlığın, kuraklığın, kıyımların bile önüne geçilememiştir. Yoksulluk ve sömürüden uzak, zenginliklerden eşitçe yararlanılan özgür ve mutlu insanların ortak üretimle kuracağı herkes için ‘daha’ yaşanılabilir bir dünya binlerce yıllık evrimin kıyısında bekleyen ütopik bir ada değildir oysa.


Ayrıca yararlanılan kaynaklar;
-Güneş Ülkesi, Tommaso Campanella- Çev; Vedat Günyol, Haydar Kazgan- Çan Yayınları
-Yeni Atlantis, Francis Bacon
-Ütopyacılık ve Marksçı Hümanızma, Hans Mühletsin- Çev; Vedat Günyol- Çan Yayınları

Nilüfer Altunkaya


[1] (Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, N.Mehmet Solmaz- Dr. İsmail Lütfi Çakan)

[2] (a.g.e.)

[3] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi
[4] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi
[5] Yeryüzü Cennetleri Kurmak- Ütopyalardan Seçmeler- Derleyen Nail Bezel, Önsöz
[6] Devlet, Platon – Alter Yayıncılık

[7] Felsefe Tarihi, Macit Gökberk- Remzi Kitabevi

[8] (a.g.e.)

[9] (a.g.e.)

[10] (a.g.e.)

[11] (a.g.e.)

[12] Ütopya, Thomas More- Çev; Mina Urgan- Önsöz

[13] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi

[14] (a.g.e.)

[15] Utopia, Thomas More-Çev;Sabahattin Eyuboğlu, Vedat Günyol- Cem yayınevi
[16] (a.g.e.)
[17] (a.g.e.)

[18] (a.g.e.)
[19] (a.g.e.)
[20] (a.g.e.)
[21] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi

[22] (a.g.e.)

[23] (a.g.e.)

[24] Crossman aktaran Krishan Kumar; (a.g.e.)
[25] (a.g.e.)

Kurgu Kültür merkezi (Dergisi) 2. sayı

ütopyalar

Benim Hâlâ Ütopyam Var

Cennetten ayrılış…

“İnsan nimete kavuştuğu ya da yüksek bir makama ulaştığı zaman ilk arzusu burada devamlı kalmaktı. Devamlılık arzusunda en haklı kişi Âdem (a.s.) olmalıydı. Çünkü cennet’teydi. Haklı olarak Âdem (a.s.) bu arzuyu duydu. Şeytan da onu bu noktadan vurdu.
Nihayet şeytan onu fitledi;
- Ey Âdem sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir devleti göstereyim mi?(Taha 20/120)
- Rabbınızın sizi bu ağaçtan men etmesi, melek olmanız ya da burada temelli kalmanızı önlemek içindir.
- Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine de (yalan yere) yemin etti.
Şeytan;
- Böylece onların yanılmalarını sağladı. (el-A’raf 7/20-22)
- Âdem (a.s.) ve eşi; melek olma veya cennette ebedî ihtimallerini duyunca Şeytan’ın kendilerine düşman olduğunu unuttular. Ağaca yaklaşma emrinde sabırsızlık ettiler. (Taha 20/115) Ağaçtan yediler.
- Ağaçtan meyve tadınca; ayıp yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamağa başladılar. Âdem rabbına karşı geldi de şaşıp kaldı. (Taha 20/121)
…Cennette başlayan insan hayatının ilk bölümü sona erdi. Âdem (a.s.) ile eşinin sebep olduğu olay; insana cennet öncesi dünya hayatını mecburi kıldı.”[i][1]
Kutsal kitaplarda anlatılan ilk günah ve cennetten kovuluş miti, şeytana yenilen ‘insan’ın cezalandırılması ve yeryüzüne indirilmesi ile sonuçlanır.
“ Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.” (el A’raf 7/24-25) [2]

Kaybedilen bu cennete kavuşmak insanlığın en büyük özlemi olmuştur. Altınçağ söylenceleri, Avustralya yerlilerinin (Aborjinlerin) Hayal Zamanı, Çinlilerin Taocu Mükemmel Erdem Çağı ve Dante’nin İlahi Komedyası bu özlemi dillendirir. Batılı düşünmede Yahudi Mesih düşüncesinden beslenen Hıristiyan binyıl inancı cennete kavuşma özleminin bir yansımasıdır. Mesih’in gelişi ile çekilen acılar sona erecek, barış, bolluk ve erdem çağı başlayacaktır. Böylece binyıl inancı ile ‘inananlar’ ödüllendirilecek ve gelecekte bir gün sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır.

Altınçağ, insanoğlunun yeryüzünde yaşadığı son mutlu çağdır. Bu dönem, derebeylik öncesi, sınıfların doğmamış olduğu, insanların tarım ya da hayvancılıkla uğraşarak gereksinimlerini doğadan doğrudan karşıladığı, kimsenin kimseye üstün olmadığı bir dönemdir. Yoksulluk ve varsıllık yoktur. Suç olmadığı gibi ceza da yoktur.

İnsanın doğanın bir parçası olarak doğal yaşantısında mutsuz olmadan yaşadığı bu Altınçağ sonrasında özel mülkiyet ile birlikte eşitsizlikler de başlamıştır. Bu bolluk içinde yaşanan ‘devlet’siz düzende köleler yoktu. “Yoksulluğu baskıyla kontrol altında tutacak ‘devlet’ ilkçağın köleci devletleriyle kurumsallaşmıştır.” [3]

Eşitlik ve özgürlük içinde yaşanabilecek bir toplum yaşamı olanaksızlaştıkça insan doğayla olan savaşını kazanmak pahasına kendisiyle olan savaşını kaybetmeye başlamıştır.
İnsanlığın binyıllardır Eden Bahçelerindeki (Tevrat’ta geçen cennet bahçeleri) gibi mutlu yaşabilecekleri bir cennet özlemi olsa da yeryüzünde buna uygun bir toplumsal yaşam kurulamamıştır.

Böylece mutlak mutluluk yeryüzünde yakalanamayarak ‘öteki’ dünyaya ertelenmiş, kutsal kitaplarda geçen cennete, bu dünyadaki haksızlıkların hesabının sorulabileceği ve yaşanabileceği bir yaşam sonrası cennete bırakılmıştır.
Bütün bu cennetlerde geçen yiyecek, içecek gibi besin gereksinimlerinin karşılanmasındaki bolluk ve bunlara ulaşmadaki zahmetsiz eşitlik dikkat çekicidir. Öyleyse bedensel gereksinmelerin ‘zahmetsiz’ ve ‘eşitlik içinde’ karşılanması tüm cennetlerde varolan bir olgudur.

Toplumsal yaşam insanın, doğanın ona zaten sunduğu mutluluğuna engeller koydukça ‘insanın mutluluk içinde yaşayabileceği toplum, nasıl bir toplumdur?’ sorusuna yanıtlar aranmaya da başlanmıştır.

Yeryüzü cennetleri tasarlamanın tarihi çeşitli kültürlerde farklı zamanlara uzansa da esas itibariyle ‘ideal kent’ tasarımı ile en iyi devletin nasıl kurulabileceğini araştıran Platon başlangıç kabul edilir. “Bu yüzden T. Olson; Ütopya bir tür olarak Yunan kültür toprağı üzerinde yükselir; başka hiçbir yerde de yükselemezdi.” der. Bu tespitle bağlantılı olarak ütopyacı gelenekte Platon’un büyük öneminin kabulü vardır. Öyle ki Platon’u ütopyacı olarak görelim ya da görmeyelim o “türün atasıdır.” Ve “daha sonraki ütopyalara yön veren temeli kurmuştur.” [4]

“Ütopya; düşte ve düşüncede kurulmuş eşitlikçi, doğru, mutlu ve güzel bir toplum düzenidir. …İnsanoğlu en iyi saydığını kendi yaşam sürecinde yaratamazsa bile gönlünden geçeni umut, düşünce ve inanç dünyasında kuruyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan ülküler, bu dünyanın vermediğini vermesi beklenen ölüm ötesi cennetler buna örnektir.
Ütopya ise yeryüzünde süre giden koşullardan insan bilinci ve emeği ile yaratılmış erinç toplumunun düşüncede kurulmasıdır.” [5]

Devlet deyince…

Platon’u ‘bir kenti değil, refah içinde bir kenti ’, ‘doğruluk ve eğrilik’ kavramlarından yola çıkarak kurgulamaya iten neden, Hesiodos’a “Bu çağ daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?” dedirten bir çağda erdemli bir toplum kurmak düşüncesi miydi?

İdeal kent tasarımıyla, ideal toplum düşüncesine geçiş bir yeryüzü cenneti tasarlamanın ilk adımlarıydı. “İnsanda doğruluk nedir?” sorusuyla başlayarak birey ve toplum için doğruluk içinde yaşanılacak bir kent kurmayı amaçlayan Platon’un Atina’ya karşılık Sparta (Isparta) düzenini –özellikle aristokrat kökenli askerler düzeni açısından- örnek aldığı düşüncesi yaygındır.


Genel olarak ütopyalarda bu kentlerin karakteristik özellikleri farklılıklar gösterse de ideal kentin sistematik bir biçimde örgütlenmesi çok önemlidir.

Platon, devletin kuruluşunu nedensel olarak insanın tek başına kendisine yetememesine ve karşılanması gereken birçok gereksinimi olmasına bağlar. Gereksinimlerin karşılanması için kurulmuş bir kent… Başka işlerle uğraşmaksızın tek bir işle uğraşan dülgerler, çilingirler, dokumacılar, ayakkabıcılar, çiftçiler… Ama en önemlisi “işleri büyük ustalık ve dikkat isteyen” savaşçılar… Bu savaşçı; “Kentte iyi bekçilik edecek olan adam, yaradılışı bakımından filozof, coşkun ruhlu, çevik güçlü olmalı…”[6]

Platon’un insanların ortaklaşa yaşamalarını mutluluk sağlayacak şekilde düzenlemesi gereken ‘devlet’i üç ayrı kısımdan oluşacak şekilde kurulmuştur. (Platon’un insan ruhunu da üç ayrı bölüme ayırdığını anımsayalım.) Bu devlette “ruhtaki itkilere karşılık olan besleyenler takımı, iradeye karşılık olan koruyanlar takımı, akla karşılık olan öğretenler takımı”[7] vardır. “İştahlarında doğan bir kaygı ile günlük gereksinimlerinin ardından koşan yurttaşların büyük çoğunluğu topluluk hayatının maddi temellerini sağlar; koruyucular, dışarıya karşı düşmana savunma ile; içeriye karşı da kanunların yürütülmesini sağlamakla devletin varlığını korurlar; yöneticiler ilkeleri bulup belirtirler. Bütün devletin olgunluğunu da ona erdemler sağlarlar; bunlar da; Bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalettir.”[8]

Yurttaşların ‘erdemli’ yaşayışlarını engelleyecek ya da ‘kusursuz’ işleyen düzenini aksamasına yok açabilecek aykırılıklara göz yumulmaz. Hesiodos ve Homeros’un şiir ve destanlarında anlattıkları çocuk ve gençlerin ereğe uygun bir şekilde yetiştirilmesi açısından zararlıdır. Ve Platon’un aktarımıyla sorar Sokrates; “Peki yalnızca şairleri gözaltında tutup şiirlerinde iyi huyları betimlemeye mi, yoksa hiç şiir yazmamaya mı zorlamalıyız? Öbür sanatçıları da gözaltında tutup onların kötü huyları, dizginsizliği, alçaklığı, uygunsuzluğu ya canlıların betimlenmesinde, ya yapılarda yahut da başka bir sanat yapıtında göstermelerine engel olmamalı mıyız?”[9]

Platon’a göre gençlere ‘ölçülülüğü’ öğretmek için şiir ve sanat uygun değildir. Çünkü
“ölçülü, akıllı olmanın yolu egemenlere baş eğmek; içki, aşk ve yemek gibi hazlarla da kendi nefsine hâkim olmaktır.”
“Tanrılardan kötülük gelmesine olanak yoktur” diye düşünen Platon; “kutsal bir varlık gibi önünde secde ederdik” dediği şairi kentine sokmaz… “Başına kokular sürdükten, yün şeritlerden bir taç koyduktan sonra onu başka bir kente gönderir.” [10]

Platon’un devletinde yöneticilerle savaşçılara özel mülkiyet yasaktır. Kadınları, çocukları ve malları ortaktır. Platon, bunu devletin işleyişinde aksaklıklar olmaması adına zorunlu görür.
Çünkü; “toprağa, evlere, paraya sahip olurlarsa, bekçiyken ev sahibi ve çiftçiye, öbür yurttaşların dostlarıyken düşmanlarına ve zalim efendilere dönüşürler.”[11]
“Kimlerin yöneteceğini, kimlerin yönetileceğini” saptamak gibi bir sorunu çözerken “yaşlıların yönetmesi, gençlerin de yönetilmesi” gerektiğini vurgular.
Platon’a göre Tanrı insanları yaratırken önder olmaları için yarattıklarına doğdukları zaman altın katmıştır, bu onları en değerli yapar. Yardımcılara gümüş, çiftçilere ve diğer zanaatkârlara da demir ve tunç katmıştır. Öyleyse; sınıflar ve ayrıcalıklar doğuştandır ve kaçınılmazdır. Ayrıca devletin başına geçecek olan kişiler, edebiyat, musikî (izin verilen seslerle) ve matematikle eğitilmeli sonra da felsefe ile uğraşmalıdır. Böylece ‘seçkin’ bir yönetici sınıf oluşturulur. Çoğunluğu oluşturan ve ‘para’ ile ilişki içindeki geniş kitleler, bu seçkin yönetici sınıfın egemenliği altında yaşayan yurttaşlardır. Para ile ilişkili olmak, “zekâ bakımından değerli olmayan, bedenleri ağır işlere uygun, iş güçlerini satan” sınıflar için gereklidir. Yöneticiler ve savaşçılar dışındaki çoğunluğu değersiz gören bu devlet oligarşik ve totaliterdir.
“Devlet adamlarının ‘gerektiğinde’ (belki de çoğunluğu daha iyi yönetebilmek adına N.A.) insanların yararına yalana ve düzene başvurabilirler… Bu tür yalanları da birer ilaç gibi yararlı sayarlar. Böylece ütopyaların tarihini yazan ünlü Amerikalı eleştirmen Lewis Mumford’un dediği gibi, hiç kimse başkaldırmasın diye, bu erdemli yöneticiler “Platonik bir Pentagon içinde bir CIA oluştururlar aslında.” [12]

“İyi yaşama dair antik görüşler, eski toplumun kaçınılmaz sınırları olarak gözüken hatlarda çevrelenmişti. Bunlar arasında eşitsizlik ve hiyerarşi ihtiyaçları vardı. Lewis Mumford’un dediği gibi “ütopyayı kölelikten, sınıf egemenliğinden ve savaştan arındırmak yerine evliliği ve özel mülkiyeti kaldırmak Yunan ütopyacılarına daha kolay geliyordu.”
…Platon’un Devlet’indeki en radikal görüşte bile sınırlar bellidir. Aristoteles, Platon’un yurttaşlardan oluşan gövdenin hemen hemen hepsini oluşturan yönetici olmayan yurttaş kitlesi –başka deyişle çiftçiler ve zanaatkârların oluşturduğu üçüncü sınıf- konusunda bizi neredeyse hiç aydınlatmadığından yakınır… Aristoteles’e göre Platon “bir insan heyetini devletin kalıcı yöneticileri” yaparak iktidardan uzak tutulan bu büyük çoğunluk arasında “hoşnutsuzluk ve anlaşmazlık” körükleyecek bir sistem kurmaktadır.”[13]

Ve Ütopya…

Thomas More, (1478-1535) “ütopya sözcüğünü Yunanca yer anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen “eu” ve yok anlamına gelen “ou” takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirerek türetmiştir.” [14] Böylece sözcük “olmayan yer” ile “iyi yer” anlamını taşıyan bir ironi içermiştir. Thomas More, ütopya yapıtı ile hem düşte, düşüncede kurulmuş imgelem ürünü bir ‘ideal ’ toplum düzeni tasarladı hem de bu eseriyle edebî, siyasî ve felsefî bağlamları olan bir kavram oluşmasına öncülük etti.
Thomas More, bir Rönesans hümanistidir. Çok yanlı kişiliği, olaylarla dolu yaşamı ve birçok açıdan tartışılagelen idamı ile tarihin unutulmaz isimlerinden biri olmuştur. 16 yy. İngiltere sinde yaşanan yoksulluk, kargaşa ve haksızlıklara birebir tanık olduğu için bütün bunların yaşanmayacağı, insanların ‘hep beraber’ mutlu oldukları bir ‘hiçbir yer’ tasarladı. Bugün onu ölümsüz kılan bu ütopyasıdır.
Ütopya, Raphael Hythloday adlı bir gemici tarafından görülmüş bir adadır. Bu gemici ile yazar arasındaki diyalogda (1. Bölüm) genelde tüm modern yaşantılar, özelde İngiltere yasalar ve uygulamaları bakımından kıyasıya eleştirilir.

“Korkarım İngiltere’nin daha çok çekeceği var bu yürekler acısı yoksulluklar yüzünden” der Raphael Hythloday; “Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pençesine bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor. Büyüyüp suç işledikleri zaman… ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.” [15]

Bir yargıç olan More, idam cezasına özellikle hırsızlığın idamla cezalandırılmasına karşıdır. Çalana ve öldürene aynı cezanın verilmesini haksızlık olarak görür. Hırsızı yaratan zaten toplumdur.

Raphael Hythloday ile yazar arasında geçen diyaloğun dikkat çekici bir diğer noktası da kralın hizmetinde çalışmak konusudur. O yıllarda ne kadar dirense de Thomas More, VIII. Henry’nin hizmetine girmek durumunda kalmıştır. Bu konuda kendi düşüncelerini Raphael Hythloday ’ye söyletmeyi seçer gibidir. Devlet işlerinde çalışmak, çıkarcı, bağnaz dalkavuklarla uğraşmak ve dürüst olduğun sürece hain damgası yemek demektir. More, bu konularda öylesine alçakgönüllü ve öylesine gerçekçidir ki çok yüksek mevkilere gelmiş olsa da bu statülerin büyüsüne kapılmaz. Kralla olan ilişkisi adına gururlanan damadına krala yönelik olarak şöyle yanıt vermiştir:
“Kellem sayesinde Fransa’da bir kaleyi (savaşa gönderme yaparak) ele geçireceğini bilse kellemin uçacağından hiç kuşkun olmasın.” [16]

Bu sözleri bir bakıma yazgısıyla ilgili bir öngörü gibidir. VIII. Henry karısından boşanıp, başkasıyla yeniden evlenmek istediğinde onaylamayan Roma’ya karşı Katolik kilisesinden bağımsız, kendisine bağlı bir İngiltere kilisesi kurmak istedi. Thomas More, bunu onaylamaz görününce ve düşüncesini sözle ifade etmediği için cezalandırılmasını gerektiren bir şey yapmamış olduğu konusunda direnerek geri adım atmayınca, ihanetle suçlandı. İdam edildikten sonra kesik başı Londra köprüsünde bir kazığa çakılarak halka gösterildi.

“R.W. Chambers’e göre, o yalnız kutsal Katolik kilisesinin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü. Karl Kautsty’e göre de More, bir kralın aklına esti diye inançlarından vazgeçmeye yanaşmayıp idam sehpasına çıkmakla, kişiliğinin yüceliğini kanıtladı.”[17]

Ütopya ile More öylesine iyimser ve insancıl bir toplum tasarladı ki ütopya sözcüğü gerçeklikle bağdaşmaz görünen düşsel, düşüncede kalan gibi olumsuz anlamlar da kazandı.
Oysa Raphael Hythloday’ye göre yapılması gereken şeyler o kadar nettir ki; bunlar yapılırsa, ‘iyilik ve mutluluk ülkesi’ insanın isteği, özverisi ve çabasıyla gerçekleştirilebilir.
“Kendi yurdunuz içinde doğrulukla yaşayın ve yaşatın, devletin giderlerini gelirleriyle denkleştirin, kötülük kaynaklarını kurutun, saçma ve barbarca bir düzenin öldürmeye ve ölmeye sürüklediği mutsuzlara karşı işkence arayacak yerde, kötülüğü daha tohumdayken önleyecek, yok edecek insanca kurumlar yaratın.”[18]

Ütopya’da insanları mutluluğa ulaştırmanın en önemli yolu olarak ‘eşitlik’ ilkesinin uygulanması gerektiği vurgulanır. Bunun da tek yolu özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Thomas More’un bu görüşe Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden ve manastır yaşantısından esinlenerek vardığına dair görüş birliği vardır.
“Kilisenin başlangıçtaki eşitlikçi ve kömünal düzeni ile İsa’nın yaşamı ve öğretileri başta on altıncı ve on yedinci yüzyıldakiler olmak üzere ütopyalar için sürekli bir esin kaynağı olmuştur. ” [19]
More, herkesin eşit koşullarda çalıştığı bir toplumda çalışma saatlerinin de azalacağı görüşüyle sosyalizme yaklaşmıştır. İş bölümü dönüşümlüdür. Aileler, ortak evler, ortak mutfaklarda yaşar. Boş zamanlarda bahçe işleriyle uğraşılır. Platon’un Devlet’inde yasaklanan sanatlarla ya da seçkin zümreye hak görülen kültür edinme işleriyle uğraşılır.
Ütopyalılar birörnek giyinirler. Devlet yönetimi demokratiktir. Tek tip düzenliliği ile bireysel özgürlüklerin son derece kısıtlanmış olduğu bir yaşam tarzı sunması bakımından eleştirilse de bu adada özgecilik bireycilliği öylesine alt etmiştir ki bazı bireysel haklardan toplum yararına isteyerek vazgeçilmiştir. Yasa sayısı çok azdır ve suçu tasarlamak da suç işlenmiş gibi cezalandırılmayı gerektirir. Suçta ısrar edenler içinse kölelikten başka çıkar yol yoktur. Ayrıca Ütopya’da köle olmak başka bir ülkede özgür olmaktan iyidir.

Thomas More, sınıfsız bir toplum tasarlarken zenginliklerden eşit bir şekilde yararlanılmasının yeryüzünde insanlığı mutluluğa kavuşturacak bir çözüm olacağı düşüncesinden yola çıkmıştır. Vicdan ve din özgürlüğünden söz edilemeyen o yıllarda ütopyada dinsel hoşgörü çok önemlidir. Herkes dilediği gibi ibadet etmekte ve Tanrı’sını, dinini seçmede özgür bırakılmaktadır. Gerçi Raphael Hythloday, İsa’nın öğretisini yani Hıristiyanlığı ada halkına tanıtma çabasındadır ama ütopyalıların ilgisini çeken nokta, ilk dönem Hıristiyanlığında malın mülkün ortak olması ve İsa’nın yoksulluğu özendirici doğal yaşantısıdır.
Hıristiyanlık dininin insanı günahla doğan ve ancak ölünce günahlarından kurtulacak olan bir günahkâr olarak görmesine karşın Ütopya’da insana yeryüzünde mutlu olması gereken değerli bir varlık gözüyle bakılır.
Bir yandan düzenin üstünlüğü ve bireysel özgürlük arzusu arasındaki çelişme ve çatışmayı idealist bir yaklaşımla çözerken bir yandan modern toplumun ikilemlerini de çok açık bir şekilde dile getirdi. Ve böylece “More’un ütopyası modern ütopya’nın hiyerarşik değil demokratik olacağını ilân etti.”[20] Ayrıca yayılmacılık ilkesiyle de İngiliz emperyalizminin düşlerini pekiştirdi.



Edebiyat ve Ütopya…

Tommaso Campanella’nın (1568-1639) dinsel öğretileri bilimin ışığında doğrulama kaygısı, on yedinci yüzyıl başlarında Kopernik kuramının Galileo tarafından doğrulanması ile güneş merkezli evren kuramına geçişin bir yansımasıdır. Güneş Ülkesi’nde, bilgin-rahiplerden oluşan bir yönetici sınıf vardır. Campanella, kurduğu ütopyayı pratik açıdan uygulanamaz oluşu, katı bir düzen olması gibi konularda kendisi eleştirmiştir. Oysa; “Campanella’nın pratik etkileri Platon’la More’a göre çok geniş olmuştur. Öncekiler pratik alanda hiçbir yankı uyandırmadıkları halde Tommaso Campanella uzun bir süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması Güneş Ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştı.” [21]

Francis Bacon, (1561-1626) kaybedilen cenneti yeniden kurmak için bilimden ve dinden yararlanmak gerektiğini düşünmüştür. “Yeni Atlantis, bilimsel araştırmanın ürünlerine dayalı bir ütopya örneğidir. Bu yapıtta çok yönlü bilimsel araştırmayı örgütleyip yöneten ve sonuçları uygulamaya koyan geniş kapsamlı bir bilim kurumu hayal edilmiştir.” [22]
Bu bitmemiş yapıtında Bacon, erdemli yaşamı bilimle iç içe yaşayan bir halkı, Ben Salem halkını anlatır. Konuklar, görevliye bahşiş verilmek istediğinde, “bir iş için iki kez para almam” sözüyle karşılaşırlar.
Jonathan Swift, (1667-1745) Güliver’in Gezileri’nde dört ayrı yolculuk ile, cüceler ve devler ülkesine, bilim adamlarının olduğu bir uçan adaya ve Huiynim adı verilen atlar ülkesine yapılan yolculukları anlatmıştır. Huiynim’lar insanın olumlu özelliklerini toplamış canlılar olarak ütopik bir yaşam örneği sunarlar. Güliver, sonunda ‘insan’a öylesine yabancılaşır ki ömrünün kalan kısmını iki at alarak onlarla geçirmeye ve at gibi yaşamaya karar verecek kadar aykırılaşır.
Edward Bellamy, (1850-1898) Geçmiş’e Bakış’ta zamansal bir atlama ile yani bir klasik zaman yolculuğu tekniği kullanarak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında uyutulan kahramanı 2000 yılında uyandırmış ve iki zaman dilimindeki Amerika’yı karşılaştırmıştır. “Geçmiş’e Bakış’ta ortaya çıkan toplum bir yandan Thomas More’un Ütopya’sı bir yandan Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i ile karşılaştırılabilir. Geçmiş’e Bakış, Ütopya’daki üretim ve paylaşım anlayışını Yeni Atlantis’de öngörülen teknolojik gelişmelerin gerçekleştirdiği bir topluma uygulamıştır. Böylece Bellamy çözümü ekonomi ve endüstriyi yürütüp yöneten ulusal bir endüstri ordusunda görmüştür. ” [23]

William Morris, (1834-1896) ise Düş Dünyasından Haberler’de, Geçmişe Bakış’ta kurulan merkeziyetçi örgütlenmenin tersine, bireysel duygu ve düşüncelere dayanan endüstrileşme, makineleşme, toplu üretim ve ekonomik bunalımların geride kaldığı doğayla ve insan doğasıyla iç içe bir yaşantı kurgulamıştır. Batı ütopyalarının en hümanisti olan bu yapıta geçen bir diyaloga göz atalım:
“Çalışmanın karşılığı nedir?”
“Sevişmenin karşılığı ne ise odur.”

H.G.Wells, (1866-1946) Çağdaş Bir Ütopya’da, ütopya anlayışını tartışma konusu yaparak, çözümün bölgesel değil tüm dünyayı kapsayan nitelikler göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu amaçla dünyanın bir ikiz gezegenini kurgulamıştır.

B.F. Skinner ise Walden İki’de davranışsal yöntemlerle uygulanabilecek olumlu pekiştireç yoluyla insanlara deneysel verilere dayanarak belirli davranışların kazandırılabileceğini, böylece insanın iç dünyasının acılarının azaltılabileceğini savundu.

Yazılı bir metin olarak değerlendirildiğinde Ütopyaların kurgusal ortaklıklarından söz edilebilir. Gezgin yaşantısı olan bir anlatıcı ile diyalog, bir deniz kazası sonucunda ütopik adada uyanış gibi… Böylece okurlara ütopik kentin ve kent yaşantınsın tanıtılması yoluna gidilir.
Genel bir yaklaşımla Ütopya türlerinin tam olarak roman unsurlarını içermediği söylenebilir. Kişilerin yaşantısına genel bir toplugörünümden bakan ve tasarlanan toplum düzeninin ayrıntılı olarak benimsenmesi üzerine kurulan bir tür olarak öncelikle romanın kurgusal anlamda içerdiği gerilim unsurundan yoksundur. Bu açıdan bakıldığında Ütopyaların, yazarı tarafından roman şeklinde tasarlansalar bile, romanın bilimkurgu ve fantastik roman olarak isimlendirilen türlerine açılan bir çizgide durdukları söylenebilir.

Teori olarak Ütopya…

Henri Saint-Simon, Charles Fourier, Agueste Comte, Herbert Spencer ve Karl Marx’ın ‘ütopya’ sözcüğünü kullanmaktan kaçındıklarını vurgulayan Krishan Kumar; “Marx’ın ütopyaları küçümseyerek görmezden gelişi – geleceğin lokantalarına yemek tarifleri yazmakla uğraşmıyorum- sonraki sosyalist harekete ağır bir bedel ödetti.” der.

19. yüzyıl sonlarında yoksul halklar için karamsar dünya gerçekliğinden tek kurtuluş umudu ‘sosyalizm’de odaklandı. 20. yüzyılın ilk yarısında ırkçı bir çılgınlık boyutuna ulaşan Hitler’in Nazi Almanya’sı bir ütopik faşizm olarak değerlendirilemez mi? Bir zamanlar yani yoksullar için bir cehennem olduğu anlaşılmadan önce, bereketli toprakları, geniş coğrafyası ile Amerika ütopik bir zenginlikler ve özgürlükler ülkesi değil miydi?

Ütopya teriminin gerçeklikten uzak ve uygulanamaz olan anlamı vurgulanarak, sosyalizmin ütopik olduğunu düşünenler için pratikte yaşanan sorunlar, halkı yoksulluğa köle etmeyen bir toplumsal kalkınma ve yaşama modeli olarak görülen Sovyetler Birliği’nin ardından diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin çöküşü, deneysel bir kanıt olarak ele alınmıştır.
“Sovyetler Birliği, der Andre Gide en saf umutlarımıza ihanet etti. Ve bize dürüst bir devrimin tehlikeli bir bataklığa gömülebileceğini trajik bir şekilde gösterdi. Eski kapitalist toplumun aynısı yeniden kuruldu. Serfliğin bütün o sefil köleci mantığı ile insanı ezen ve sömüren yeni ve korkunç bir despotizm.” [24]

Bu noktada antiütopya’ya çarpmış oluyoruz. Zamyatin; We, Huxley; Cesur Yeni Dünya, Arthur Koester; Gün Ortasında Karanlık ve George Orwell; 1984 ile antiütopyacı bir duruşla sosyalizmi hedeflediler. “Modern antiütopyayı sosyalizm yaratmıştır.” [25]

Marksist teorisyenlerin de bugün kapitalizmin baskıcı gücü altında azınlıkta ve yenik duran sosyalistlerin de üzerinde enine boyuna düşünmesi gereken tarihsel süreç- ne yazık ki- isyanlarla, savaşlarla, soykırımlarla doludur. Ve ne acıdır ki insanlık hâlâ tüm insanları eşit koşullar altında sahiplenen bir dünya düzeni kuramamıştır. Tüm insanları kucaklamak bir yana açlığın, kuraklığın, kıyımların bile önüne geçilememiştir. Yoksulluk ve sömürüden uzak, zenginliklerden eşitçe yararlanılan özgür ve mutlu insanların ortak üretimle kuracağı herkes için ‘daha’ yaşanılabilir bir dünya binlerce yıllık evrimin kıyısında bekleyen ütopik bir ada değildir oysa.


Ayrıca yararlanılan kaynaklar;
-Güneş Ülkesi, Tommaso Campanella- Çev; Vedat Günyol, Haydar Kazgan- Çan Yayınları
-Yeni Atlantis, Francis Bacon
-Ütopyacılık ve Marksçı Hümanızma, Hans Mühletsin- Çev; Vedat Günyol- Çan Yayınları

Nilüfer Altunkaya


[1] (Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, N.Mehmet Solmaz- Dr. İsmail Lütfi Çakan)

[2] (a.g.e.)

[3] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi
[4] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi
[5] Yeryüzü Cennetleri Kurmak- Ütopyalardan Seçmeler- Derleyen Nail Bezel, Önsöz
[6] Devlet, Platon – Alter Yayıncılık

[7] Felsefe Tarihi, Macit Gökberk- Remzi Kitabevi

[8] (a.g.e.)

[9] (a.g.e.)

[10] (a.g.e.)

[11] (a.g.e.)

[12] Ütopya, Thomas More- Çev; Mina Urgan- Önsöz

[13] Ütopyacılık, Krishan Kumar- Çev; Ali Somel- İmge Kitabevi

[14] (a.g.e.)

[15] Utopia, Thomas More-Çev;Sabahattin Eyuboğlu, Vedat Günyol- Cem yayınevi
[16] (a.g.e.)
[17] (a.g.e.)

[18] (a.g.e.)
[19] (a.g.e.)
[20] (a.g.e.)
[21] Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu- Remzi Kitabevi

[22] (a.g.e.)

[23] (a.g.e.)

[24] Crossman aktaran Krishan Kumar; (a.g.e.)
[25] (a.g.e.)