24 Ağustos 2010 Salı

DÜŞÜNCEYİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE SANAT

DÜŞÜNCEYİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE SANAT
“Ne büyük gelişme kaydetmişiz. Orta Çağda olsak beni yakarlardı. Şimdi kitaplarımı yakarak yetiniyorlar.” - Sigmund Freud (Nazilerin kitaplarını yakması üzerine söyledikleri)
I.
Prometheus olmak
İlkel düşünce: Kişinin bilincinin yetkinliğine bağlı olarak derinleşip, entelektüel düşüncenin gelişmesinin koşullarını hazırlar. “Bilincimizi bilmek, bilincimizin en sağlam bir varlık olduğu üzerine bizde bir bilinç bir bilgi olmasıdır.”[1] Descartes kuşkuculuğunun ünlü “Düşünüyorum öyleyse varım” önermesine göre, her şeyden kuşku duyan ‘ben’imin varolduğu, kuşku duyamayacağım bir olgudur.
Düşünce özgürlüğü yerine, düşünceyi ifade özgürlüğü kavramını kullanmak, daha doğru bir yaklaşım olsa gerek. İnsan, ontolojik açıdan düşünen bir varlık olmaktan alıkonamayacağına göre, düşünüyor olmak, zaten düşünebilme özgürlüğünü de beraberinde getirir. Öyleyse düşünce özgürlüğü sorunu, ‘düşündüğümün ne kadarını, nasıl, hangi koşullar altında ve hangi yaptırımlara karşın dürüstçe ifade edebiliyorum?’ şeklinde ortaya konmalıdır.
Düşünme ediminin antropolojik, biyolojik, fizyolojik açılardan sırları çözüledursun, insan duyu organlarıyla kavrayamadıklarını düşünce yoluyla yorumlamayı, duyumlarından tasarımlar ve karşılaştırmalar, izlenimlerinden analiz ve sentezler oluşturmayı, yaşamının en doğal alışkanlıklarından biri olarak sürdürmektedir. Öyleyse: ister özdekçi, ister düşünceci açıdan yaklaşalım, yaşadığı çevrenin insanın düşünme yetisi üzerindeki etkisi yadsınamaz. Öğretmen öğretmen olarak, çiftçi çiftçi olarak, sanatçı sanatçı olarak düşünür. Demek ki: Düşünce özgürlüğü derken, öğretmenin, çiftçinin, sanatçının ya da herhangi bir kişinin toplumsal yaşantı içinde nesnelleşmiş düşünce özgürlüğünden söz ediyoruz.
Düşünce özgürlüğünü bir ‘farkındalık’ olarak yaşamına geçiren, yani düşünceyi işlevselleştiren kişinin, bu yetkinliğiyle birlikte, düşünceyi ifade özgürlüğü de olgusal olarak anlam kazanacaktır. ‘Düşünmekte özgür olduğumu biliyorum ama düşüncelerimin hangi sınırlar içinde, ne kadarını ifade etmekte özgürüm?’
‘Düşünce’, ‘özgürlük’ ve ‘ifade özgürlüğü’ kavramları, tarihsel, siyasal ve sosyolojik olgularla sıkı sıkıya bağlı olarak, farklı zeminlerde olgunlaşmış olsa da, günümüzde, hukuksal belirlemelerle birçok açıdan sınırları hâlâ tartışılan ve tartışılması gereken kavramlardır. İnsan olmanın gereği olan düşünmenin ürünü düşüncenin ‘özgürleşmesi’ ile düşünceyi ifade özgürlüğü, birbirine paralel aşamalardan geçmiştir.
Tarih sahnesinde yer alan toplumsal yapılanmaların egemen güçleri kökensel ve biçimsel farklılıklar gösterse de, düşünceyi ifade özgürlüğünün niteliğini, her zaman ‘egemen olan’a karşı bir söylem, bir tavır geliştirip geliştirmemek sorusunun yanıtı belirlemiştir. Egemen güç, ister kral, padişah, imparator olsun, ister kilise veya diğer dinlerin kurumlaşmış yaptırımları olsun, isterse feodaliteye yaslanan mutlak yönetimler ya da düzen koruyucu güvenlik güçleri ile modern devlet olsun, fark etmez. Kendi iktidarının geleceğini tehdit eden eleştirel düşüncenin ifadesine ya izin vermeyecektir ya da kendi koyduğu sınırlar içinde determinist (belirlenimci) bir yaklaşımla izin verecektir.

Tarihin her döneminde, günün koşullarına göre ‘aykırı’ söylemde bulunmak ya da genel kabullere uzak durmak, herkesin cesaret edemeyeceği bir itaatsizlik olarak algılanmıştır.
İnsanoğlunun düşünceyi özgürleştirmek ve düşünceyi özgürce ifade edebilmek uğruna verdiği savaşları unutmamak gerekir. Prometheus olmak hiç de kolay değildir.
Sokrates, eğilip bükülmeden ölüme giderken, öğretisinin en iyi savunucusu olmamış mıdır?
Thomas More, VIII. Henry’nin Katolik kilisesinden bağımsız bir İngiltere kilisesi kurma isteğini onaylamadığını sözle ifade etmediği için, cezalandırılmasını gerektiren bir suç işlememiş olduğunu ısrarla belirterek af dilememiştir. Ve itaatsizlikle suçlanarak idam edilmiştir. Galileo, yalnızca dünyanın döndüğünü söylediği için değil, Kopernikus astronomisini doğrulayarak Aristoteles’in skolastik felsefeyi temellendiren kökleşmiş dünya merkezli görüşlerini de yıkacağı için kilisenin hışmına uğramıştır.
Oysa, Kopernikus’un görüşü çok yalın bir ereğe yaslanır. Koca evreni dünyanın etrafında döndürmenin bilimsel dayanağını açıklayamıyorsak, dünyayı yani “küçük noktayı” “büyük kütlenin” çevresinde dolandırmak daha kolay değil midir? Kopernikus’un bu sorusu, antik çağın kültürüyle beslenen Rönesans düşüncesinin insanın özgürlüğünü temellendiren devrimci hızına katkıda bulunmuştur. Bu özgürlük rüzgârlarını bilimsel gelişmelerle temellendirerek, hümanist düşüncenin tohumlarını serpen yetkin bilinçlere egemen güçlerin yaklaşımı da gayet insaflı olmuştur. ‘Görüşlerini dillendirmekten vazgeçersen yaşamını bağışlarız. Düşünme ya da düşün ama söyleme!’
18. yy. Aydınlanma Çağı’nın ürünü olan modern aydın ile düşünceyi ifade özgürlüğü, siyasal aristokrasinin ve insanı doğuştan günahkâr sayan kilise öğretilerinin yıkılması, hiç değilse sarsılması, amacıyla eylemleşmiştir. Feodalite sonrası biçimlenerek yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan burjuvazi sınıfının öncelikli savaşımı, insanın bireysel özgürlükleriyle donanarak yenileşmesi olmuştur. Aydınlanma düşünürleri yoğun bir şekilde sansürlenmeye çalışılmış, o dönemde kurulan ilk gizli siyasal polis örgütleri ile baskı altında tutulmak istenmiştir. “Voltaire bile ‘Devlet benim!’ diyen XIV. Louis’i övücü bir eser vermemiş miydi? ”[2]
İnsanlığın özgürlük kavgası toplumsal yaşamın güncel akışında, belki Marks’ın biçimsel özgürlükler olarak nitelendirdiği özgürlüklerin kazanılmasıyla, düşünce ve sanatın evriminde ise ‘hayır diyebilme’ / ‘doğru bildiği yolda ödünsüzce yürüyebilme’ / ‘iktidara karşın düşündüğünü açık yüreklilikle ifade edebilme’ şeklinde vücut bulan aydın, sanatçı sorumluluğuyla özdeşleşmiştir.
Tarih sanatçıya yapılan baskılar, yaptırımlar, sürgünler, sansürlerle doludur. Kitapları yasaklanan ya da yakılan dünya yazarlarından, şairlerinden bazıları; Honore de Balzac, Charles Baudelaire, Cervantes, Dante, Daniel Defoe, William Faulkner, Gustave Flaubert, Andre Gide, Goethe, Ernest Hamingway, Victor Hugo, James Joyce, La Fontaine, Jack London, Montaigne, jean Paul Sartre, Shakespeare, Stendhal, Tolstoy, Emile Zola…
Sanat ve edebiyatta başlayan uyanış olan Rönesans, bilimsel gelişmelerin de katkısıyla insan haklarının kök salması ve toplumsal yaşamı düzenleyen yasaların insanın özgürlüğüne hizmet etmesi yolunda verilen kavgaların tohumlarını atmıştır. Tarihteki özgürlükler mücadelesine Fransa’dan bakarsak III. Cumhuriyete kadar süren yaklaşık 100 yıllık zaman diliminde ne kavgalar verildiğini ne kanlar döküldüğünü görürüz.
Batı toplumlarında demokrasi uzun süren mücadeleler sonucunda kazanılmış, halkın egemenliğine ve yasalar karşısında her insanın eşit koşullarda yargılanmasına dayanan yönetimlerin kurulması uğruna ağır bedeller ödenmiştir. Bu yüzden batı insanındaki özgürlük ve demokrasi bilinci yerleşiktir, sivil toplum örgütleri işlevseldir ve bireysel hak ve özgürlükler yanında ifade özgürlüğü de ödün verilmez bir yaşam biçimine dönüşmüştür. Ve köklü bir geleneğe yaslandığı için, Batı demokrasileri, basın ve ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, bireysel hak ve özgürlükler, her insanın devlet olanaklarıyla sağlanan haklara mesafesi bakımından eşitliği, din anlayışı ve ibadet edebilme serbestisi gibi konularda –bunlar liberal bir devlet egemenliğine dayanan bir sistemde sağlansa da- İslâm dünyasıyla kıyaslanamayacak kadar öndedir. Buna karşın, zaman zaman yaşanan ırkçı Anglosakson politikaların yaslandığı, Müslümanlara ve azınlıklara yönelik insan hakları ihlâlleri elbette hoş görülemez.
Bizde ise, yazının devamında değineceğim gibi, Cumhuriyetin hangi koşullarda kurulduğuna ve tarihsel gelişimine bakarsak, demokratik bilincin halk tarafından, bir türlü tam olarak neden sindirilemediğini çok daha iyi anlayabiliriz. Tabii, bir de bizim demokrasimizin pek özgür bir ortamda yeşerememiş olduğunu, değişik anlayışlarla ya da gerekçelerle yapılan askerî müdahalelerle yatağı zorlanarak akışının ‘güdümlü olarak’ değiştirildiğini vurgulamalıyız.
Darbelerin yalnız halk tarafından değil, bazı yarı-bilinçlilerce de doğal karşılanması, 80 Anayasası’nın halk referandumunda aldığı sonuç bile halkın yöneten sınıfa ve militarizme karşı olan yerleşik ürkekliğinin bir ölçüsü değil midir?
II.
Nâzım Hikmet ve Marksçı olmak
Nâzım Hikmet, Marksist-Leninist bir şairdi. Bu görüşe sahip olmaksa, kapitalist ülkelerde ya da az gelişmiş demokrasilerde her zaman herhangi başka bir düşünceye sahip olmaktan çok daha ürkütücü olmuştur. Çünkü: Marksçılık, diğer siyasal akımlarda veya felsefî düşüncelerde olmayan bir eylem barındırır. Kapitalist düzeni kıyasıya eleştirmekle kalmaz bu düzenin yıkılması gerektiğini (er geç yıkılacağını), üretim araçlarının el değiştirerek emekçi sınıfın -proletaryanın özgürleşeceği ve sınıfların olmadığı yeni bir ekonomik düzenin kurulması amacını güder. “Felsefe bu kurtuluşun kafası, proletarya da yüreği olacaktır.”[3]
Ayrıca diyalektik materyalist (eytişimsel özdekçi) anlayışta, toplumun büyük çoğunluğunun dokunulmaz saydığı din ve dinsel dogmalar, halkı uyutan bir afyon olarak değerlendirilmektedir.
Bu nedenle, Marksçı olmak, ‘mevcut düzen’in düşmanı olmak demektir ve iktidarın bu düşmana karşı tahammülü yoktur. Bırakalım Nâzım Hikmet gibi devrimci şiirleriyle onca yasağa rağmen gençleri peşinden sürükleyen bir büyük şairi, bu düşünceye sahip sıradan birinin bile düşüncesini ifade etmesi, hattâ böyle düşündüğü bilinenlerle iletişim içinde olması bile suç sayılmıştır.
Kurtuluş Savaşı yıllarının dünyasına uzanmadan, Cumhuriyet’in kuruluşu ve sonrasındaki ülküsel amaçların ulus kültürü yaratmadaki dinamikleri yeterince incelenmeden, 1930’lu- 1940’lı yıllara, Mustafa Kemal’in son yılları ve ölümünden sonraki İsmet İnönü politikalarına, II. Dünya Savaşı koşulları irdelenerek, derinlemesine eğilmeden, Nâzım Hikmet’in yaşamının belirleyici olaylarını aydınlatabilmek olanaksızdır. Bütün bunlar bu yazının sınırlarını oldukça aşıyor.
Ama, şöyle bir özetlemek gerekirse: Nâzım Hikmet, önce orduyu ve sonra donanmayı ayaklanmaya kışkırtmak suçuyla tutuklandı. “Yaşamının on sekiz yılını Sarıkışla, Ankara, İstanbul, Çankırı, Bursa, Üsküdar cezaevlerinde, Erkin Gemisinde, İstanbul Merkez Komutanlığında, İstanbul Tevkifhanesinde kişisel özgürlükten yoksun olarak yaşadı.”[4]
28 yıl 4 ay olan cezasının 12 yılını yattıktan sonra (1938–1950 yılları arasında) şair, açlık grevine başlaması, iç ve dışta gittikçe artan tepkiler sonucu gelen af yasası ile özgürlüğüne kavuştu. Ama özgür bırakılmadı. Şiirleri yıllarca yasaklandı, yayınlayanlar değil yalnızca okuyanlar bile suç işlemiş sayıldı. Hasta yüreğiyle yaşına bakılmaksızın askere çağırıldı. Bu baskılar sonucu, memleketini kaçak yollarla terk etmek zorunda kaldı. Evlât ve memleket hasretiyle dolu olduğu günlerin birinde bir gazetede ‘vatan hainliği’ne devam ettiğine dair bir haberle karşılaştı. Bu habere, görkemli bir şiir yazarak tepkilendi.
Nâzım Hikmet’in yaşamından yola çıkarak, yakın tarihimize panoramik gözlemle bakacak olursak, hiç de iç açıcı olmayan bir manzarayla karşılaşıyoruz. Ülkemizde düşünceyi ifade özgürlüğüne yönelik baskıların odaklandığı isim olan Nâzım Hikmet dışında diğer toplumcu gerçekçi duruşa sahip olan yazar, şair ve sanatçılarımız da, süregelen yasakçı anlayıştan paylarına düşeni almışlardır.
Sabahattin Ali’nin ölümü, katili olarak yargılanan Ali Ertekin’in savunmasında bunu vatan uğruna yaptığını söylemesi bile, tek başına ‘vatan hainliği’ yaftasının kimler tarafından kimlere karşı kullanıldığının gayet açık ifadesidir. Yasadışı bir ‘sol’ örgüte üye olmak, bir sınıfı bir sınıfa karşı kışkırtmak, anayasayı ihlâl etmek ve komünizm propagandası yapmak gibi suçlarla yargılanan, suçlanan, suçsuz bulunan, sürgün edilen, farklı gerekçelerle kitapları toplatılan yazar, gazeteci, aydın ve sanatçıların sayısı o kadar çoktur ki... Hasan İzzettin Dinamo, Orhan Kemal, A.Kadir, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Samim Kocagöz, Şükran Kurdakul, Mahmut Makal, Fethi Naci, Fakir Baykurt, Erdal Öz, Talip Apaydın, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Adalet Ağaoğlu, Metin Demirtaş, Gülten Akın, Nihat Behram, Asım Bezirci, Vedat Günyol, Kemal Burkay, Fikret Otyam, Sevgi Soysal, Muzaffer İzgü, Yılmaz Güney, İbrahim Balaban, İlhan Selçuk, Turhan Selçuk, Uğur Mumcu, Cahit Irgat, Arif Damar, Enver Gökçe, Nezihe Meriç ve Sait Faik benim bir çırpıda anımsadığım isimlerden bazıları…[5]
Açılan davaların birçoğunun aklanmayla sonuçlanması ne kadar da trajiktir.
Bu noktaya değinmişken, Sait Faik’in 1940’da yayımlanan Şahmerdan kitabındaki Çelme adlı öyküsünde emirerinin topal olması yani öyküsünde bir askerin ayağını tökezletmesi nedeniyle sıkıyönetimce sorgulandığını belirtmekte fayda var. Bir de, 1944’de Irkçılık-Turancılık davası olarak adlandırılan davadan söz etmek tarafsızlık açısından önemlidir. Bu davanın sanıkları içerisinde Prof. Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan ve Nihal Atsız gibi siyasi tarihimizin milliyetçi kanadının ağır topları vardır. Sanıklar, ağır işkencelere maruz kaldıklarını ileri sürmüşlerdir. Uğur Mumcu’nun ifadesiyle söylersek, Sansaryan Hanı’ndaki ‘tabutluklar’ siyasal sözcüklere bu dava nedeniyle geçmiştir. [6]

Ne yazık ki, yakın tarihimiz, siyasi suçlulara karşı yapılan insan hakları ihlâlleriyle sıkıyönetim ve ihtilâl süreçlerinin insanlık dışı işkenceleri ve uygulamalarıyla doludur. Farklı ya da aykırı düşünceyi ifade etmek bir yana, neredeyse düşünmeyi bile yasaklayan tektipçi rejimin ideolojik ürünü bir insan yaratmanın çabalarıyla, bu doğrultuda düşünmeyen gazeteci, aydın ve sanatçılara uygulanan sansür ve baskılar, demokrasimizin sağlıklı gelişimini son derece zedelemiştir.
Kurtuluş savaşı yıllarında ve genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “hukukî”, “siyasî” ve idarî” yapılanmasını belirleyen devrimlerin yapıldığı yıllarda, işçi ve burjuvazi sınıfları tam olarak oluşmamıştı. Sanayi gelişmemiş olduğu için, işçi sınıfı henüz nitelik olarak da nicelik olarak da var sayılamazdı. Burjuva sınıfı ise, ekonomik açıdan güçsüz, daha çok yönetici kadroları oluşturan sivil ve asker bürokratlarla toprak ağaları ve eşraftan oluşmuştu. Burjuvazinin köklü bir sınıfsal yapılanması olmadığı için burjuva devrimlerini özümseyememiş, seçme ve seçilme haklarının dayandığı demokratik bilinci oturtamamış, altındaki toprak her an kayacakmış ya da bir anda koltuğundan edilecekmiş korkuyla her türlü eleştirel düşünceyi yasakçı ve baskıcı bir tutumla ve antidemokratik yollarla bastırmaya çalışmıştır. Elbette en büyük tehlike de komünizmdir. A.Kadir ne güzel anlatıyor durumu: “Bildim bileli, otuz yıldır bu tehlike (komünizm tehlikesi, N.A.) hep yaklaşır, ama ne geldiği vardır, ne de uzaklaştığı. Hep yaklaşır, ne hikmetse!”[7]
Böylece 1930’ların sonları ve 1940’larda, C.H.P.’nin devlete dönüştüğü, devletin de egemen çevrelerden yana yapılanarak muhalif söylemi olan sanatçılara uygulanan baskıların meşrulaştırılmasında taraf olduğu söylenebilir. Tek partili dönemin ifade özgürlüğüne karşı tutumu, toplumcu-halkçı çevrelerce D.P.’nin bir umut olarak görülmesine yol açmıştır. Ne yazık ki iktidarın değişmesi, umulduğu gibi aydın ve sanatçılara uygulanan gelenekselleşmiş baskı ve sansür politikalarını değiştirmemiştir.
Resmi tarih ifadesi elbette tarihbilimcilere yönelen bir kuşkuyu barındırmaktadır. ‘Gerçek tarih’ ile ‘yazılan tarih’ arasında açık duran makas kapanmadıkça, bu ayrımı yapmak durumundayız. Bu yüzden, her dönemin koşullarına göre, her türlü önyargıdan olabildiğince arınarak tarihimizi değerlendirmek; bunu yaparken, karanlıkta bırakılmış noktaları neden-sonuç ilişkileriyle sosyolojik bağlamda değerlendirmek, tarihbilimcilerin başlıca sorumluluğu olmalıdır. Tarihimizle korkusuzca yüzleşmeden ifade özgürlüğünden söz edebilir miyiz?
III.
Sanatçının ifade özgürlüğü
Liberal ekonomiyi benimseyenlerin geçmişteki demirperde ülkelerinin bireysel özgürlüklere yaklaşımına yönelik eleştirilerini değerlendirirken, farklı açılardan yaklaşmak gerekmektedir. Bir dönemin sosyalist ülkelerindeki merkeziyetçi-Stalinist tip baskıcı bir rejimin bireysel özgürlükleri ve bununla birlikte ifade özgürlüğünü de kısıtladığı, tarihsel bir gerçektir. Buna karşılık olarak, kapitalizmin bireysel özgürlükleri pekiştirdiği yönünde bir kıyaslama da son derece peşin hükümlü bir yaklaşımdır. Kapitalist sistemin kıyasıya pekiştirdiği, ‘bireysel özgürlük’ değil, ‘bireyci özgürlük’tür ki, onun da olsa olsa, insanı insanlığ(ın)a yabancılaştıran ‘tüketim özgürlüğü’ olduğu söylenebilir.
Marks’a göre, burjuva bireyselliğinin insana sunduğu özgürlükler, insanı toplumsallaştırmaya değil, bencillikleri körükleyen yalnızlığa ve yabancılaşmaya sürükler.
“Özgürlük, kimseye zararı olmayan her şeyi yapma hakkıdır. Herkesin başkasına zarar vermeden davranabileceği alanın sınırları yasayla belirlenmiştir, iki tarla arasındaki sınırın bir kazıkla belirlenmesi gibi. Burada kendine kapalı ve yalıtık bir monad gibi alınmış bir özgürlük söz konusudur. İnsan olma hakkı, özgürlüğü, insanın insanla birliğine dayandırmaz, daha çok insanın insandan ayrılığına dayandırır.”[8]
Hangi ekonomik ve siyasal düzende olursa olsun, sanatçının özgürlüğünün farklı boyutları vardır. Duyarlılığını yaşadığı çağın çelişkilerinde odaklayarak, yaşamın ona sunduklarını içselleştirip, estetik yapıtlarla topluma sunan sanatçının ifade özgürlüğü, onun ne kadar bağımsız olduğuyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Sanatçıyı sermayenin güdümüne sokmak ne kadar tehlikeliyse, belli bir ideolojinin temsilcisi olmaya zorlamak da o kadar insafsızlıktır.
Sanatçı, eleştirel gözünü yumup, doğruyu-yanlışı, haklıyı-haksızı ayıramaz, ya da bildiği gerçekleri her şeye rağmen ifade edemez duruma getirilirse, bu körlük toplumun her kesimine yayılarak, görmeyen, duymayan, ezbere düşünen bireylerin büsbütün bağımlılaşmasına ve kimlik / kişilik yitimine uğramalarına sebep olacaktır.
Sanatçının konformist (uymacı), pragmatist (yararcı) ve oportünist (fırsatçı) alışkanlıkları topluma yavaş yavaş ve etkili bir şekilde yayılan bir zehir gibidir. Özgür düşünemeyen ya da düşündüğünü sanat eserinde özgürce somutlaştıramayan sanatçının sanatı ölü doğmuş sayılmalıdır. Sorgulamayan, insanın duygu ve düşünce katmanlarını aralamayan, dünün yarınla kesiştiği noktadan yani bugünden çağlara ulaşma çabası içinde olmayan estetik özneler ve estetik nesneler, birer çıkmaz sokak gibidirler.
Ülkemizde bir dönemin sanki estetik yetkinlikleri ölçüsünce suç unsuru sayılan kitapları, bugün baskı üstüne baskı yapadursun, o kitapların yazarlarına yapılan baskıların, sürgünlerin, işkencelerin lekesini vicdanımızdan söküp atabilecek miyiz?
Bütün bunları hiç yaşanmamış sayarak unutma çabamız, ‘sınırlı’ ve ‘yeterli’ özgürlükler içinde kalemimizi ‘tarafsız’ kılarak duyarsızlıklarımızın derinliklerinde yatanları örtbas etmeye yetecek midir?
Nihayet, tek kutuplu dünyamızın küresel söylemlerinde öğütülen halklara, medyanın her türlü ağıyla sunulan gerçekliği deşifre etmek, sanatçının sorumluluğunda değil midir? Bireysel özgürlükler kılığında sunulan bağımlılıklar, insanı yaşamdan soyutlayan yalnızlıklara iterken ‘modern-sonrası’ yüzyılımızın başka deyişle bilişim çağımızın yetkin sanatçılarına düşen onurlu tutum, ifade özgürlüğünü eylemle buluşturmak değil midir?
Bu yüzden ‘bağımsız’ düşünceyi ifade özgürlüğü, sanatçının vazgeçilmezi olmalıdır.

-Nilüfer Altunkaya-




________________________________________
[1]Felsefe tarihi, Macit Gökberk
[2] Sürüden Ayrılanlar, Siyasal İktidar Aydın Tarih ve Özgürlük -Taner Timur
[3] Marks’ın sözü, Aktaran Afşar Timuçin-Felsefeden Estetiğe
[4] Siyasal İktidar Sanata Karşı, Dr. Çetin Yetkin- Aynı kaynakta Zekeriya Sertel’den yapılan bir alıntıda Nâzım Hikmet’in 14 yıl hapis yattığı belirtiliyor. Bu zamansal farklılıkların nedeni, şairin farklı sorgulanmalar süresinde yattığı zamanların ele alınıp alınmaması ve farklı yargılanmaların sonuçlarının göz önünde bulundurulup bulundurulmaması olarak düşünülebilir. Aydınlık dergisinde çıkan şiir ve yazılarından ötürü on beş yıl hapse çarptırılmasıyla başlayan süreç, şairin 1938’e kadar birçok kez tutuklanması ve özgürlüğüne kavuşması ile devam eder. Toplamda on dört yıldan fazla özgürlüğünden yoksun kalmıştır. (N.A.)
[5] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bakınız; Yazarları da Vururlar Hazırlayan; Atilla Özkırımlı
[6]Kırkların Cadı Kazanı, Uğur Mumcu
[7] Mutlu Olmak Varken, A.Kadir -Uzunca Bir Önsöz
[8] Marks- Yahudi Sorunu, Aktaran Afşar Timuçin- Felsefeden Estetiğe



Afrodisyas Sanat- Temmuz-Ağustos 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder