Sanatın ve Erotizmin Muhteşem Dansı
I. Erotik ve Estetik
Kutsal kitaplar, örtünmenin cennetten kovuluşla başladığını, insanın çıplaklığından utanmayı ölümlü olur olmaz algıladığını anlatır. Mitler böyle ama antropoloji insanın doğadan kopuşunu birbiri ile iç içe evrimsel ve devinimsel süreçler ışığında açıklar. İnsanın doğadan kopuşu, doğaya egemen olma savaşı ve homo sapiens sonrası çıplaklığını algılayışı belki töreyi kalıtsal bir alışkanlıkla nesilden nesile aktarılan güdüselliğe dönüştürmesi, bilimin de hâlâ tam aydınlatamadığı sorularla doludur. Bilinen şu ki; ister doğadan kopuşu; taşın yontulmasına, ateşin ve tekerliğin bulunuşuna kadar uzanan alet kullanmakla başlayan bir evrimsel süreç olarak ele alalım, ister buhar gücünün makineleşmede kullanılarak erken kapitalizmin sanayileşme odaklı parlayışını başlangıç olarak alalım, insanın doğaya karşı açtığı savaşta ilerleyişi, çıplaklığını yadsıyan geleneksellerle izdüşümsellik barındırır. Gerçek anlamda ilk sınıflı toplumların, köleci ve feodal toplumların ilkelden çok daha yasak koyucu, yargılayıcı olduğunu ve çıplaklığı acımasızca yadsıdığını, böylece insanın evrimselliği usa dayalı olarak geliştikçe içgüdüsel dürtülerinin baskı altına alınışının da keskinlemiş olduğunu söyleyebiliriz.
Sınıflı toplum öncesi kadının ortaklığına dayalı bir yaşam vardı. Çocukların hepsi topluma aitti. Çocukların babasının belli olması adına özel mülkiyetle birlikte evlilik de kurumsallaştı. Böylece erkeğin mirası sorunu halledilmiş oldu. Aile yaşamıyla birlikte yatak odalarına itildi çıplaklık ve cinsellik.
Eski Yunan ve Roma köleci toplumlarında kadın öylesine dışlanmıştı ki yalnızca yaşamsal zorunluluklar için evlenilir ama aşk ve cinsellik kadınla yaşanmazdı. Ve eşcinsellik o kadar yaygındı ki ayrı bir nitelendirmeye bile gerek görülmeyen doğal bir yaşam biçimiydi.
Ortaçağda da erkek bedeni her zaman daha özgürdü. Kadın arzulanan, erkek arzulayan, kadın çağıran, kışkırtan, kendini sunan, “veren”, erkek sahip olandı. Bu biyolojik açıdan bakıldığında erkek cinsel organının başkaldırıyı, iktidarı yani gücü kadın cinsel organının ise derinliği, gizi, içine alarak boyun eğmeyi simgelediği söylenebilir. Bu konuyu Freud’un psikoseksüel yaklaşımları bakımından özetlersek, kadının erkek cinsel organına duyduğu eksiklik duygusu, oidipus kompleksi ile aile içi cinselliğin (bastırılmış ensest) çocukta karşı cins ebeveyn ile başlayan çatışmalı cinsel gelişimi, anne, çocuk ve baba üçgeninde yaşananların nevrotik sonuçları, libidonun bilinçaltına etkileri gibi birçok alt başlık oluşturulabilir. Ama kültürel yaşantının cinsler arası açtığı uçurumu ve kimliksel rollerin oluşumunu yalnızca cinsel organların işlevsel farklılıklarına bağlamak elbette gülünç olur.
Örtünmek, bedeni yani çıplaklığı ilk yadsıyış olarak cinsele ve erotiğe konulan yasakların da milâdı gibidir. Dinsel öğelerin de arzuya, şehvete karşı koyduğu yasaklar insanın cinselliğe karşı duyduğu baskıyı son derece pekiştirmiştir. Dinler, cinselliği ayıp sayarken, genel ölçülüğü belirleyen törelerle buyurgan ve yaptırımcı olmuşlardır. Böylece çok eşlilik, eşcinsellik gibi cinsel tercihler sosyal yaşamın değişebilir algılarına göre ele alınmıştır.
Erkeğin baskın olduğu koşullar altında kadın, tek eşli kılınarak, annelikle birlikte kocasının ve çocuklarının hizmetinde olmak durumunda bırakılmıştır. Bugün, demokratik bilinci yaşam alanlarına daha doğrudan yansıtmayı başaran Batı toplumlarında, kadının cinsel özgürlüğü, Doğu toplumlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde güvence altındadır. Aslında bu kıyaslama yapılırken Hıristiyanlık ve İslamiyet dinlerinin kadının sosyal yaşamdaki yeri konusunda yaklaşımlarının dogmatik ve tarihsel dayanakları da vurgulanmalıdır.
Modern yaşamın günümüz insanında çıplaklığı algılayış açısından da cinsler arasındaki egemenlik eşitsizliğinden doğan bir erotik nesne seçimi söz konusudur. Erotik nesnenin çıplak kadın bedeni olarak algılanışına gelene kadar, erotiği birçok farklı dile getiriş biçimlerinden geçilmiştir. Bu erotik algı, daha önce de söylediğim gibi yaşanan kültürün edimsel olgularından beslenmektedir.
Erotik nesnenin belirgin nitelikler kazanmasından önce çiftleşme, üreme içgüdüsel olarak belirgindi. Ve kadın erkek bedenleri çiftleşme edimi sırasında yansıtılırdı. Bunun ilk örnekleri
Avustralya Aborjinlerinin Malpanga’sı gibi mitsel kişiliklerde, Gılgamış Destanı gibi epik anlatılarda görülmektedir. Malpanga gibi tanrılarda erkek cinsel organı, abartılı büyüklüğüyle gücü temsil eder. Kadınsa berekettir. Doğurganlığıyla çiftleşmenin erekselliğe ulaşmasını sağlar. Böylece tüm canlı türlerinde olduğu gibi insanda da neslini sürdürme içgüdüsü yaşama geçirilmiş olur.
İşte toplumsal yaşamın gerektirdikleri sınırlamalarla insan içgüdüsel çiftleşmeyi bu ereksellik ışığında sürdüremez duruma gelirken, cinsellik, düş ve imgelerle örülen tutkularla ve aşk’la özdeşleşmiş, böylece insanın varlığını bilinçsel düzlemde sorgulamasında en önemli unsurlardan biri olmuştur.
Kadın ve erkek rolleri edinildikçe ve kurumsallaştıkça bu içgüdüsel evre, bilinç ve bilinçaltı yaptırımlarla ölçülülük, ayıp ve günah baskılarıyla kuşatıldı. Böylece insan bedeni bir yandan örtünerek gizlenirken bir yandan da çığırtkan yaklaşımlarla erotikleşmeye de başladı.
Bugün yaşantımızın sosyal alanlarında sistem, tam anlamıyla erotiği yadsır görünürken bir yandan insan zihnine erotik unsurları her anlamada, her şekilde sokmak adına yarışan birçok görsel, sessel ve izlenimsel etki ile kuşatmaktadır duyusallığımızı. Çünkü insanın bilinçaltına da bu şekilde hükmetmek çabasındadır. Modern ve modern sonrası yaşamın her alanında, hem yasak hem de çağıran objeler halindedir insan bedeni.
Erotik nesnenin algılanışına dönersek, cinsel tercihin de bu beğeniyi ya da kışkırtıcılığı belirleyeceği söylenebilir. Eski Yunan’daki eşcinsel yaşantı ya da eşcinsel yaşantının onaylanışı hatta özendirilişi o günün sanatına yansımıştır elbette. Günümüzün erotik nesnesi olan kadın bedeni ise kapitalist sömürünün bir bayrağı gibidir. Sistem, erkek egemenliğini onaylayarak feodal kalıntılara hizmet eder, kadını din doğmalarıyla kuşatarak günahkâr gösterirken, düzeni korumak adına erkeği bu bedenin vereceği geçici hazlara tutsak eder. Burada erkek de kadın kadar yitirmiştir kimliğini. Ve koşullu bir özgürlükle kandırılmıştır.
Kadın bedeninin daha estetik olduğu ise bir erkek masalıdır sadece. Erkeğin kaslı vücut yapısı, omuz genişliği, kadını erotikleştirse de estetik uyumunu azaltan yağlı göğüslerden yoksunluğu, her anlamda kadın bedeninden daha estetik bir bedene sahip olduğunu gösterir erkeğin. Bunun için aslında heteroseksüel bir bakış açısına da gerek yok. Konumuz kadın erkek bedenlerini kıyaslamak değil elbette. Bu nedenle erotik nesne seçiminin rastlantısallığını vurgulayarak geçelim bu noktayı.
Yenidendoğuş, resim sanatında çıplaklığı ve erotik nesneyi algılayışı özgürleştirdi. Güzel olanla erotik olan arasında yıkılan köprüler onarıldı böylece. İnsanla birlikte insan bedeni de değer kazanmaya başladı. Böylece bireyin toplumun edilgin bir parçası olmaktan çıkıp, bireyselliğin insancıllıkla özdeşleşerek kişiselliğe uzanmasında katkıda bulundu. Böylece birey, toplumsal yaşamda söz sahibi olurken bedenin de kendisine ait olduğunu kavramaya başladı.
Pavese’nin dediği gibi eğer yemek yemek yasak ya da ayıp sayılsaydı, cinsellikten alınan zevke benzer bir zevk alınacaktı yemek yerken belki de. Burada yasak kavramının, insan yönelişlerini ve hazzın ölçüsünü belirlerken ne kadar etkili olduğunu vurgulamak ister, Pavese. Yasak olan daha çok arzulanırken, arzu duyulanın yasak olması insan benliğini zora sokar. Sanat bu zorlanan benliği dirimine kavuşturan başlıca yollardan biridir. Böylece erotizm, insanın içindeki dolambaçları kavramak adına, hem bir araç hem de yaşamsal enerjinin biyoritminde süregelen en anlamlı amaç olarak yerini alır, sanatın tüm dallarında.
Gizemsel esin, erotik tutkudan fazlasıyla beslenir. Adını aşk koyalım, sevda koyalım ya da koymayalım ne fark eder? Esinin tutkularla bezeli yollarında, sevgiliye kavuşma arzusunu besleyen yalnızlığın yoğunluğu ve ölüm korkusu iç içe değil midir? Doğanın düzenli döngüsünde kendini sorgulamak ve ölüme meydan okumak pahasına yaşamın anlamını arayan tek canlı türü değil midir insan? Kendini sorgulamanın, yaşamı anlamlı ve katlanılır kılmanın, zenginleşmenin ve kendinde çoğalmanın en kapsayıcı biçimi değil midir sanat?
İnsan sanatla arar sorularının karşılığını. Öyleyse erotik olan sanatta farklı bir anlam ve değer kazanır. Erotik nesne olarak seçilen çıplaklığın algılanışını bir kenara bırakırsak, insanın yabancılığını ve yalnızlığını körükleyen ölümlü olmak duygusuna karşı güçlendiren, duyuşsal birikimle donatan bir erotik esinlenişi öncelemek gerekir. Bu anlamda yeri gelmişken söylemeliyim ki; her türlü sınırlayıcı yaklaşımı sansürcü bulmak, insanın sanatta ve yaşamda gerçek anlamda seçkin bir özgürlüğe kavuşması adına son derece önemlidir. Belki pornografik yaklaşımı ayıklamak gerekebilir. Ki; gayet açıktır bu ayrım. Pornografi kaba güdülere vahşi bir göstergesellikle ayıp ve yasak olanla saldırırken, sanatın yöntemsel ve etik hiçbir unsuruyla özdeşlik kurmaz. Kuramaz. Piyasa kültürüyle poşetlenmiş cinsel organlara orda-burada istem dışı dokunmak gibidir. Hazdan çok iğretiyi pekiştirir.
Sade’nin suça çağıran ırza geçme, ensest yasağına inatla karşı gelme, bedensel hazzı acıyla körükleme çabaları, sosyal ölçülülüğe dolaysız bir isyan olarak ele alınabilir. Diğer yandan bütün sapkınlıkların böyle bir isyana dayandırılması çok yüzeysel bir yaklaşım olur.
Bir yandan da sanatı besleyen erotizmin, suça yönelmeden sıradanla hesaplaşması kaçınılmaz gibi geliyor bana. Öyleyse sanatın ve erotizmin muhteşem dansını sıra dışı ve estetik olanda aramalıyız.
II. Eşcinsellik (Homoseksüellik)* ve
Küçük İskender Şiirinde Erotik Başkaldırı
Burada eşcinsellik üzerine saptamalarda ve yargılamalarda bulunmak değil niyetim. Yapabileceğim, son derece sınırlı birtakım öznel değerlendirmeler olabilir. Bu değerlendirmelerimden beklentinin, sınırlı öznellik çerçevesinde kalması gerekliliğini en baştan vurgulamalıyım.
Günümüzde toplumu yöneten konumundaki insanların bile bir “hastalık” olarak nitelendirebildiği eşcinsellik, ne yobaz İslamcıların aşağılayan yaklaşımlarıyla ne de sığ Marksistlerin sınıfsal çelişkilere bağlayarak, sınıflar kalkınca ondan da kurtuluruz öngörüleriyle açımlanabilecek kadar basit bir meseledir. Eşcinselliği, kültürel yozlaşmanın doruğu olarak görenler, alt kültürün her biçiminin egemen ve çoğunlukça onaylanan kimliklere açtığı yıpratıcı savaşın ayrımına varamayacak kadar uzaktır, devrimci algılayıştan.
Eşcinselliğin biyolojik ve kültürel ontolojisinin kılcallarında gezinmenin zorluğu karşısında, yaftalayan, yok sayan, aşağılayan, bir türlü insanın cinsel yaşamına müdahaleden arınamayan yobaz anlayışın kolaycılığı vardır. Üstelik bu yobaz anlayışa sahip olanlar, okumakla, toplumda statü sahibi olmakla falan da kurtulamamaktadır bu yaftalayıcı alışkanlıklarından. Birbirine karıştırılamaması gereken noktaları vurgulamak gerekirse; bunlardan ilki; eşcinselliği onaylamak ya da onaylamamanın kimsenin tekelinde olmadığıdır. Eşcinselin eşcinsel olduğu için eşcinsel yaşantı sürdürmesiyle, heteroseksüelin karşı cinsiyle bir cinsel yaşantı sürdürmesinin arasında nasıl ve neye dayalı olarak bir ayrım gözetebiliriz?
İkincisi; cinsel tercihe saygı duymakla başlayan bireysel özgürlükleri savunmak, eşcinselliğin çağrısını yapmak ve eşcinselliğe özendirmekle aynı tepkiyi almamalıdır. Bunlar, ne yazık ki kavramsal ve töresel önyargılardan kurtulamayarak düşünmeyi alışkanlık edinenlerin sıklıkla gömüldüğü yanılgılardır.
Eşcinsel kişinin varlığını, eşcinselliğe çağrı olarak gören bu insanlık dışı totaliter ve otoriter yaklaşımların sonucu olarak, eşcinsel yaşantıyı benimseyen kişiler, varoluşsal çatışkılarla boğuşmaktadır. Böylece eşcinsel kişi, geleneğin içinde yarattığı bilinçaltı suçluluk duygusunu ya benliğinde saklayarak yok saymaya çalışır (kendini yadsır) ya da boyun eğmemeyi seçerek topluma geri yansıtır. Birinci tepkiyi seçenler, kendi halinde bir yaşam biçimini benimserken ‘uyumlu’ hale gelir. Toplumun benliğinde açtığı yaraların kabuk bağlamasını sessizce izlememeye kararlı olanlar için ise en iyi yol sanattır. İnsanın duyuşsal ve düşünsel yaratıcılığının doruk noktası olan sanat, eşcinsel kişi için de kendini ifade edebilmenin en iyi yolu değil midir? Moda dünyasındaki eşcinsel ağırlık, bu anlamda dikkat çekiciyken, kapitalizmin ucuz piyasa koşullarında, eşcinselin kimliğini pazarladığı şarkıcılık da kendini topluma yansıtmanın bir başka boyutudur.
Edebiyat da insanın benliğinin kuytularında dolaşan, son derece düzeyli kültürel bir birikim isteyen, yaşamın her alanından beslenerek insanın insanı sorgulamasına ayna tutan bir sanat dalı olarak ‘eşcinsel libido’nun verimliliğiyle doludur.
Bu küçük girişten sonra, küçük İskender şiirinde erotik yaklaşımlar açısından yalnızca küçük bir parantez sayılabilecek bazı açılımlarda bulunmak istiyorum.
Şairin, Siyah Beyaz Denizatları adlı kitabında bir araya getirdiği şiirler; 1984-91 yılları arasında yazılmış ve birinci basımı 1991’de yapılan Erotika ve birinci basımı 1996’da yapılmış olan Suzidilara’yı kapsayan şiirlerden oluşmuştur. Genel bir değerlendirme ile bu şiirlerde, epik ve tarihsel öğelerin son dönem şiirlerine göre daha yoğun olduğu, metinler arası göndermelerin şiirsel dokuya katkı sunduğu, erotikanın intikama dönüşmesinde şiirin geniş coğrafyasında gezinen ve bilinci sarsan, yıkan ve yenileyen imgelerin son derece özgün olduğu vurgulanmalıdır.
“insan bazı aşklara büyük harfle başlar
bazı ölümler ise, çalıntıdır.”
dizelerinde duyumsanan güçlü şiirselliği
“sevgilimin adının bir
genelev sokağına vermişler.”
gibi dizeler ile aykırı sesini belirginleştirmeye başlar. Kan, anatomik organ ve organel isimleri insan bedeninin yalnızca duyuşsal değil patolojik yanlarıyla da sorgulanması gerekliliğinin bir sonucu gibi yinelenir. Bu şiirlerde eşcinsel aşk, şiirin dokularına aşk’la sindirilmiş, heteroseksüel yaptırımlara olan öfke, dolaylı göndermelerle sınırlı tutulmuştur.
“kadınsız kaldığım gecelerin ayrı bir tadı vardı
Sevmezdim kadınları
Sevdiler ki fena tuhaflaşırdı” (tuhaf kadın- siyah beyaz denizatları)
“bir kadınadam bir adamkadına dokunurken orda
geri götürmek için beni otelsiz çocukluğuma” (cihangir -siyah beyaz denizatları)
“anarşi eldiven giymiş ihanetin zifaf gecesinde
damadın cinsel gururunu kopartılıyorlar anne kız” (anarşi- siyah beyaz denizatları))
“artık evlenelim anne hayata karşı
ve gel, beraber kaybedelim bu mor savaşı
benimle birlikte intihar et anne”(ne çok- siyah beyaz denizatları))
Heteroseksüelin, eşcinsele yaptığı sistemli baskılarının faşizme kadar uzanan bir zemine yasladığını düşünmek kolay olmasa gerek. Şairin 2000 yılı sonrası şiirlerinin (İt Cazı, Ağır Abiler Orkestrası, Ölü evinde Seks Partisi gibi kitaplarındaki şiirlerin) ana damarı bu baskıya ve sıradana duyulan başkaldırıyla derinleşmiştir.
“…Beni aslı üzen, hırpalayan böyle bir beraberliğin yüzyıllardır aklanamamışlığı, faşistlerin ve heteroseksistlerin saldırganlığı ve sevilenlerin kendilerini sevenlere yönelttikleri acımasız tavırdı. Çok fazla kurban vermiştik. Daha da verecektik. Vermek, her anlamda gay’lerin fiilidir!” (eyelpi’ye mektuplar IV- it cazı)
Doğanın ters akıntısında sürüklendiğini duyumsayanlar, yadsırken yadsınır. Madde bağımlılığı, alkol, histeri ve bedensel tutkuların iç içe ölümü arzulayış ve ölüme direniş kılığında dolaştığı imgeler, sıradan olana, mutluluk ve avunmayı aynılaştıran ve kaçınılmaz sanılan normalleşmeye başkaldırır. Şiirlerde çınlayan erotik çığlık, ürperten bir dolaysızlıkla yüzeye vurur. Ortalama bir yaklaşımla bakıldığında böylesine dolaysız bir erotizmin, bir yandan aşağılanırken (küfürleştirilerek), bir yandan içine düşülmüş bir kuyu gibi duyumsandığı söylenebilir.
“reddedilmiş bir uyuşturucu partisi teklifi gibi her yeri cam kaplı bir odadan her yeri cinsel organ kaplı bir gezegene bakarken ağlamak! ” (kırık çizik- it cazı)
Erkek cinsel organı, eşcinsel bir çağrıdan ve bir şehvet imgesinden çok onu alt edememiş oluştaki yenilmişliğin nedenini simgeler gibidir. Bu varoluşsal edilginlik iktidar olamama, belki babayı alt ederek yerini alamama, böylece erkeğin erkek karşısındaki hor görülmüşlüğünü kışkırtır. Bir yandan da pişmanlıkla hayranlığı yani eşcinselin bastırmaya çalıştığı dizginlenemeyen günah duygusunu da dışa vurur. Penisin çocukluğu çüktür. Yani erkek çocuk, yine silik ve erkek egemen dünyada eziktir. Baba figürü modernitenin tüm kurumsallaşmış otoritelerini simgelerken anne bir geri çekiliştir. Toplumsal bir nesne ama çaresiz oğuldaki en ‘anaç’ öznedir. Kadın ve anne, feodalitenin babaya yaslanan çürük halatıyla bağlı ve bağımlı olunan ve aslında artık istenmeyen bir iyilik simgesidir. Kırık bir bisiklet gibi kalmalıdır çocukluğun tozlu kilerinde. Ve bilinçaltının sınırlarını zorlayarak yüzeye çıkıp, yeniden normale, ‘heteroseksüelliğe’ ve koşullu belki sahte iyiliğe çağırmamalıdır.
“suçüstü bir morgu kucaklarken yakalandım
omzunda beynimin ukala tabutu
çocukken kaybettiğim iskeletsiz anne” (beklenen mektup- ağır abiler orkestrası)
Kadının diğer bir görüntüsü, bu anaç ve iyiden tamamen soyunmuş haliyle fahişelik biçimindedir. Fahişe kadın (erkek), hiçbir erkeğe ait olmayışı kadar, sosyal yaşamın kıyısına itilmiş yaşamıyla da, ucuzlaştırılmış cinselliğiyle de yakındır eşcinsele.
Madde bağımlılığı ve alkol ise bir gereklilik gibidir. Yaşama katlanma kendinde avunma, ölüm ve yalnızlık korkusuyla baş edebilme yolu olarak bir yerlere sığınamamanın, birisi olamamanın ya da o kişi olmayı reddedişin yöntemsel gerekliliğidir.
‘Müstehcen’ algılayış ve geleneksel sınırlar fütursuzca sorgulanır. Değer yargılarını örselemek, doğal olanın yerine bambaşka bir çıplak, bu değer yargılarıyla örselenmiş bir ‘çıplak’ koymayı amaçlayan imgeler seçilir.
Küfürün beslendiği feodal kalıntılar paradoksaldır. Edimsellikten çok obje olarak baskın gibidir. Çitleşme ediminin hor görüsünü barındıran küfür ve argo, sosyal sınırlılıklara, ayıp ve günah kavramlarına açılmış bir isyanın şiirsele yedirilmiş bayrağıdır. İronik ve fazlasıyla meseleleştirilmiş haliyle bir anlamda iyi-kötü dengesinin kötüden, daha doğru bir deyişle kötü olarak belletilmiş olandan yana ağır basması için tutkuyu da irdeler. Eşcinselliğin sanki doğal bir sonucuymuş gibi edinilen alt kültür alışkanlıkları ve yaşantı kesitleri, bu çabanın birbirini tamamlayan dolambaçlarıdır. Böylece birinci tanık olarak arka sokaklarda olan bitenlere çağırır şair, korkusuzca. Cinayet ve tüm suç kavramları toplumun ve tarihin bilinçaltına serbest dalışlarla yüzeye çıkarılır.
“Cesetler elle doyuma ulaşır tabutlarında
Kefen bezi sperm lekesi tutmaz
Savrul biraz!” (satırlarıma son verirken sana beni ter etmek yakışır- ağır ağabeyler orkestrası)
“Suçu benim üstüme at. Suç beni bağlamaz. Suç bana çarpmaz.” (monolog maketi-it cazı)
Küçük İskender, günceli oldukça rahat alır şiirinin yatağına. Ve sözcük şiirle buluştuğunda imgeyle nesneyi, nesneyle düşü çağrışımlaştırır. ‘Sevgili’ iyi ve kötünün, ben ile ben olmayanın sorgulanmasında tensel bir duralayıştır sanki. Acı çekmenin tene yansıyan doyumsuzluğunda gezinir beden. Böylece bedenin sözcüklerle soyutlaştırılmış cinselliği apiori algılanışa dönüşür. Ayıp ve günah olan, insan onlara ayıp ve günah dediği için böyledir ne de olsa…
“Çünkü herkes günahıyla bir yere kadar şimdilik sevap”(ölümün akrabası yok-ölü evinde seks partisi)
Sonuç olarak, genel geçer ve yaftalayan bakış açılarıyla sanıldığı gibi, eşcinselliğin ve alt kültürün erotik şairi değildir küçük İskender, bence. Günahla hesaplaşmanın başkaldıran cesur yürekli şairidir. Bunu yaparken şiirdeki arayışlarıyla da yenilikçi olmanın peşini bırakmaz. Şiirdeki cesur arayışlarıyla, mekanik ereksellikten arınmış çok sesli bir şiir damarı yakalamıştır. Onun popülerliğinin izinde yürümeye çalışanların işi oldukça zor. Şiirsel yaratıcılığı son derece ışıltılı bir sıra dışılığa yaslanmaktadır çünkü.
Daha önce de belirttiğim gibi, bir kısacık yazıyla küçük İskender gibi üretken ve şiiri birçok kılcal damara açımlanan sıra dışı bir şairi derinlemesine irdelemek olanaksızdır. Ayrıca onun bu sıra dışılığını lanetleyen bazı malum zihniyetlerin bu yazıya da aynı önyargılarla yaklaşacaklarından eminim. Ne var ki; bu tür sansürcü algılayışlara boyun eğmektense; şiir aşk’ıyla dolu kadehimi ‘salt’ özgürlüğe kaldırmayı tercih ederim.
* Bu yazıda küçük İskender şiirinde odaklanacağım için eşcinsellik kavramı, yalnızca homoseksüellikle sınırlandırılarak ele alınmıştır.
**italikler, parantez içlerinde belirtilen küçük İskender şiirlerinden alıntılardır.
Nilüfer Altunkaya
Kurgu- temmuz- ağustos 2010
24 Ağustos 2010 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder