24 Ağustos 2010 Salı

DÜŞÜNCEYİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE SANAT

DÜŞÜNCEYİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE SANAT
“Ne büyük gelişme kaydetmişiz. Orta Çağda olsak beni yakarlardı. Şimdi kitaplarımı yakarak yetiniyorlar.” - Sigmund Freud (Nazilerin kitaplarını yakması üzerine söyledikleri)
I.
Prometheus olmak
İlkel düşünce: Kişinin bilincinin yetkinliğine bağlı olarak derinleşip, entelektüel düşüncenin gelişmesinin koşullarını hazırlar. “Bilincimizi bilmek, bilincimizin en sağlam bir varlık olduğu üzerine bizde bir bilinç bir bilgi olmasıdır.”[1] Descartes kuşkuculuğunun ünlü “Düşünüyorum öyleyse varım” önermesine göre, her şeyden kuşku duyan ‘ben’imin varolduğu, kuşku duyamayacağım bir olgudur.
Düşünce özgürlüğü yerine, düşünceyi ifade özgürlüğü kavramını kullanmak, daha doğru bir yaklaşım olsa gerek. İnsan, ontolojik açıdan düşünen bir varlık olmaktan alıkonamayacağına göre, düşünüyor olmak, zaten düşünebilme özgürlüğünü de beraberinde getirir. Öyleyse düşünce özgürlüğü sorunu, ‘düşündüğümün ne kadarını, nasıl, hangi koşullar altında ve hangi yaptırımlara karşın dürüstçe ifade edebiliyorum?’ şeklinde ortaya konmalıdır.
Düşünme ediminin antropolojik, biyolojik, fizyolojik açılardan sırları çözüledursun, insan duyu organlarıyla kavrayamadıklarını düşünce yoluyla yorumlamayı, duyumlarından tasarımlar ve karşılaştırmalar, izlenimlerinden analiz ve sentezler oluşturmayı, yaşamının en doğal alışkanlıklarından biri olarak sürdürmektedir. Öyleyse: ister özdekçi, ister düşünceci açıdan yaklaşalım, yaşadığı çevrenin insanın düşünme yetisi üzerindeki etkisi yadsınamaz. Öğretmen öğretmen olarak, çiftçi çiftçi olarak, sanatçı sanatçı olarak düşünür. Demek ki: Düşünce özgürlüğü derken, öğretmenin, çiftçinin, sanatçının ya da herhangi bir kişinin toplumsal yaşantı içinde nesnelleşmiş düşünce özgürlüğünden söz ediyoruz.
Düşünce özgürlüğünü bir ‘farkındalık’ olarak yaşamına geçiren, yani düşünceyi işlevselleştiren kişinin, bu yetkinliğiyle birlikte, düşünceyi ifade özgürlüğü de olgusal olarak anlam kazanacaktır. ‘Düşünmekte özgür olduğumu biliyorum ama düşüncelerimin hangi sınırlar içinde, ne kadarını ifade etmekte özgürüm?’
‘Düşünce’, ‘özgürlük’ ve ‘ifade özgürlüğü’ kavramları, tarihsel, siyasal ve sosyolojik olgularla sıkı sıkıya bağlı olarak, farklı zeminlerde olgunlaşmış olsa da, günümüzde, hukuksal belirlemelerle birçok açıdan sınırları hâlâ tartışılan ve tartışılması gereken kavramlardır. İnsan olmanın gereği olan düşünmenin ürünü düşüncenin ‘özgürleşmesi’ ile düşünceyi ifade özgürlüğü, birbirine paralel aşamalardan geçmiştir.
Tarih sahnesinde yer alan toplumsal yapılanmaların egemen güçleri kökensel ve biçimsel farklılıklar gösterse de, düşünceyi ifade özgürlüğünün niteliğini, her zaman ‘egemen olan’a karşı bir söylem, bir tavır geliştirip geliştirmemek sorusunun yanıtı belirlemiştir. Egemen güç, ister kral, padişah, imparator olsun, ister kilise veya diğer dinlerin kurumlaşmış yaptırımları olsun, isterse feodaliteye yaslanan mutlak yönetimler ya da düzen koruyucu güvenlik güçleri ile modern devlet olsun, fark etmez. Kendi iktidarının geleceğini tehdit eden eleştirel düşüncenin ifadesine ya izin vermeyecektir ya da kendi koyduğu sınırlar içinde determinist (belirlenimci) bir yaklaşımla izin verecektir.

Tarihin her döneminde, günün koşullarına göre ‘aykırı’ söylemde bulunmak ya da genel kabullere uzak durmak, herkesin cesaret edemeyeceği bir itaatsizlik olarak algılanmıştır.
İnsanoğlunun düşünceyi özgürleştirmek ve düşünceyi özgürce ifade edebilmek uğruna verdiği savaşları unutmamak gerekir. Prometheus olmak hiç de kolay değildir.
Sokrates, eğilip bükülmeden ölüme giderken, öğretisinin en iyi savunucusu olmamış mıdır?
Thomas More, VIII. Henry’nin Katolik kilisesinden bağımsız bir İngiltere kilisesi kurma isteğini onaylamadığını sözle ifade etmediği için, cezalandırılmasını gerektiren bir suç işlememiş olduğunu ısrarla belirterek af dilememiştir. Ve itaatsizlikle suçlanarak idam edilmiştir. Galileo, yalnızca dünyanın döndüğünü söylediği için değil, Kopernikus astronomisini doğrulayarak Aristoteles’in skolastik felsefeyi temellendiren kökleşmiş dünya merkezli görüşlerini de yıkacağı için kilisenin hışmına uğramıştır.
Oysa, Kopernikus’un görüşü çok yalın bir ereğe yaslanır. Koca evreni dünyanın etrafında döndürmenin bilimsel dayanağını açıklayamıyorsak, dünyayı yani “küçük noktayı” “büyük kütlenin” çevresinde dolandırmak daha kolay değil midir? Kopernikus’un bu sorusu, antik çağın kültürüyle beslenen Rönesans düşüncesinin insanın özgürlüğünü temellendiren devrimci hızına katkıda bulunmuştur. Bu özgürlük rüzgârlarını bilimsel gelişmelerle temellendirerek, hümanist düşüncenin tohumlarını serpen yetkin bilinçlere egemen güçlerin yaklaşımı da gayet insaflı olmuştur. ‘Görüşlerini dillendirmekten vazgeçersen yaşamını bağışlarız. Düşünme ya da düşün ama söyleme!’
18. yy. Aydınlanma Çağı’nın ürünü olan modern aydın ile düşünceyi ifade özgürlüğü, siyasal aristokrasinin ve insanı doğuştan günahkâr sayan kilise öğretilerinin yıkılması, hiç değilse sarsılması, amacıyla eylemleşmiştir. Feodalite sonrası biçimlenerek yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan burjuvazi sınıfının öncelikli savaşımı, insanın bireysel özgürlükleriyle donanarak yenileşmesi olmuştur. Aydınlanma düşünürleri yoğun bir şekilde sansürlenmeye çalışılmış, o dönemde kurulan ilk gizli siyasal polis örgütleri ile baskı altında tutulmak istenmiştir. “Voltaire bile ‘Devlet benim!’ diyen XIV. Louis’i övücü bir eser vermemiş miydi? ”[2]
İnsanlığın özgürlük kavgası toplumsal yaşamın güncel akışında, belki Marks’ın biçimsel özgürlükler olarak nitelendirdiği özgürlüklerin kazanılmasıyla, düşünce ve sanatın evriminde ise ‘hayır diyebilme’ / ‘doğru bildiği yolda ödünsüzce yürüyebilme’ / ‘iktidara karşın düşündüğünü açık yüreklilikle ifade edebilme’ şeklinde vücut bulan aydın, sanatçı sorumluluğuyla özdeşleşmiştir.
Tarih sanatçıya yapılan baskılar, yaptırımlar, sürgünler, sansürlerle doludur. Kitapları yasaklanan ya da yakılan dünya yazarlarından, şairlerinden bazıları; Honore de Balzac, Charles Baudelaire, Cervantes, Dante, Daniel Defoe, William Faulkner, Gustave Flaubert, Andre Gide, Goethe, Ernest Hamingway, Victor Hugo, James Joyce, La Fontaine, Jack London, Montaigne, jean Paul Sartre, Shakespeare, Stendhal, Tolstoy, Emile Zola…
Sanat ve edebiyatta başlayan uyanış olan Rönesans, bilimsel gelişmelerin de katkısıyla insan haklarının kök salması ve toplumsal yaşamı düzenleyen yasaların insanın özgürlüğüne hizmet etmesi yolunda verilen kavgaların tohumlarını atmıştır. Tarihteki özgürlükler mücadelesine Fransa’dan bakarsak III. Cumhuriyete kadar süren yaklaşık 100 yıllık zaman diliminde ne kavgalar verildiğini ne kanlar döküldüğünü görürüz.
Batı toplumlarında demokrasi uzun süren mücadeleler sonucunda kazanılmış, halkın egemenliğine ve yasalar karşısında her insanın eşit koşullarda yargılanmasına dayanan yönetimlerin kurulması uğruna ağır bedeller ödenmiştir. Bu yüzden batı insanındaki özgürlük ve demokrasi bilinci yerleşiktir, sivil toplum örgütleri işlevseldir ve bireysel hak ve özgürlükler yanında ifade özgürlüğü de ödün verilmez bir yaşam biçimine dönüşmüştür. Ve köklü bir geleneğe yaslandığı için, Batı demokrasileri, basın ve ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, bireysel hak ve özgürlükler, her insanın devlet olanaklarıyla sağlanan haklara mesafesi bakımından eşitliği, din anlayışı ve ibadet edebilme serbestisi gibi konularda –bunlar liberal bir devlet egemenliğine dayanan bir sistemde sağlansa da- İslâm dünyasıyla kıyaslanamayacak kadar öndedir. Buna karşın, zaman zaman yaşanan ırkçı Anglosakson politikaların yaslandığı, Müslümanlara ve azınlıklara yönelik insan hakları ihlâlleri elbette hoş görülemez.
Bizde ise, yazının devamında değineceğim gibi, Cumhuriyetin hangi koşullarda kurulduğuna ve tarihsel gelişimine bakarsak, demokratik bilincin halk tarafından, bir türlü tam olarak neden sindirilemediğini çok daha iyi anlayabiliriz. Tabii, bir de bizim demokrasimizin pek özgür bir ortamda yeşerememiş olduğunu, değişik anlayışlarla ya da gerekçelerle yapılan askerî müdahalelerle yatağı zorlanarak akışının ‘güdümlü olarak’ değiştirildiğini vurgulamalıyız.
Darbelerin yalnız halk tarafından değil, bazı yarı-bilinçlilerce de doğal karşılanması, 80 Anayasası’nın halk referandumunda aldığı sonuç bile halkın yöneten sınıfa ve militarizme karşı olan yerleşik ürkekliğinin bir ölçüsü değil midir?
II.
Nâzım Hikmet ve Marksçı olmak
Nâzım Hikmet, Marksist-Leninist bir şairdi. Bu görüşe sahip olmaksa, kapitalist ülkelerde ya da az gelişmiş demokrasilerde her zaman herhangi başka bir düşünceye sahip olmaktan çok daha ürkütücü olmuştur. Çünkü: Marksçılık, diğer siyasal akımlarda veya felsefî düşüncelerde olmayan bir eylem barındırır. Kapitalist düzeni kıyasıya eleştirmekle kalmaz bu düzenin yıkılması gerektiğini (er geç yıkılacağını), üretim araçlarının el değiştirerek emekçi sınıfın -proletaryanın özgürleşeceği ve sınıfların olmadığı yeni bir ekonomik düzenin kurulması amacını güder. “Felsefe bu kurtuluşun kafası, proletarya da yüreği olacaktır.”[3]
Ayrıca diyalektik materyalist (eytişimsel özdekçi) anlayışta, toplumun büyük çoğunluğunun dokunulmaz saydığı din ve dinsel dogmalar, halkı uyutan bir afyon olarak değerlendirilmektedir.
Bu nedenle, Marksçı olmak, ‘mevcut düzen’in düşmanı olmak demektir ve iktidarın bu düşmana karşı tahammülü yoktur. Bırakalım Nâzım Hikmet gibi devrimci şiirleriyle onca yasağa rağmen gençleri peşinden sürükleyen bir büyük şairi, bu düşünceye sahip sıradan birinin bile düşüncesini ifade etmesi, hattâ böyle düşündüğü bilinenlerle iletişim içinde olması bile suç sayılmıştır.
Kurtuluş Savaşı yıllarının dünyasına uzanmadan, Cumhuriyet’in kuruluşu ve sonrasındaki ülküsel amaçların ulus kültürü yaratmadaki dinamikleri yeterince incelenmeden, 1930’lu- 1940’lı yıllara, Mustafa Kemal’in son yılları ve ölümünden sonraki İsmet İnönü politikalarına, II. Dünya Savaşı koşulları irdelenerek, derinlemesine eğilmeden, Nâzım Hikmet’in yaşamının belirleyici olaylarını aydınlatabilmek olanaksızdır. Bütün bunlar bu yazının sınırlarını oldukça aşıyor.
Ama, şöyle bir özetlemek gerekirse: Nâzım Hikmet, önce orduyu ve sonra donanmayı ayaklanmaya kışkırtmak suçuyla tutuklandı. “Yaşamının on sekiz yılını Sarıkışla, Ankara, İstanbul, Çankırı, Bursa, Üsküdar cezaevlerinde, Erkin Gemisinde, İstanbul Merkez Komutanlığında, İstanbul Tevkifhanesinde kişisel özgürlükten yoksun olarak yaşadı.”[4]
28 yıl 4 ay olan cezasının 12 yılını yattıktan sonra (1938–1950 yılları arasında) şair, açlık grevine başlaması, iç ve dışta gittikçe artan tepkiler sonucu gelen af yasası ile özgürlüğüne kavuştu. Ama özgür bırakılmadı. Şiirleri yıllarca yasaklandı, yayınlayanlar değil yalnızca okuyanlar bile suç işlemiş sayıldı. Hasta yüreğiyle yaşına bakılmaksızın askere çağırıldı. Bu baskılar sonucu, memleketini kaçak yollarla terk etmek zorunda kaldı. Evlât ve memleket hasretiyle dolu olduğu günlerin birinde bir gazetede ‘vatan hainliği’ne devam ettiğine dair bir haberle karşılaştı. Bu habere, görkemli bir şiir yazarak tepkilendi.
Nâzım Hikmet’in yaşamından yola çıkarak, yakın tarihimize panoramik gözlemle bakacak olursak, hiç de iç açıcı olmayan bir manzarayla karşılaşıyoruz. Ülkemizde düşünceyi ifade özgürlüğüne yönelik baskıların odaklandığı isim olan Nâzım Hikmet dışında diğer toplumcu gerçekçi duruşa sahip olan yazar, şair ve sanatçılarımız da, süregelen yasakçı anlayıştan paylarına düşeni almışlardır.
Sabahattin Ali’nin ölümü, katili olarak yargılanan Ali Ertekin’in savunmasında bunu vatan uğruna yaptığını söylemesi bile, tek başına ‘vatan hainliği’ yaftasının kimler tarafından kimlere karşı kullanıldığının gayet açık ifadesidir. Yasadışı bir ‘sol’ örgüte üye olmak, bir sınıfı bir sınıfa karşı kışkırtmak, anayasayı ihlâl etmek ve komünizm propagandası yapmak gibi suçlarla yargılanan, suçlanan, suçsuz bulunan, sürgün edilen, farklı gerekçelerle kitapları toplatılan yazar, gazeteci, aydın ve sanatçıların sayısı o kadar çoktur ki... Hasan İzzettin Dinamo, Orhan Kemal, A.Kadir, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Samim Kocagöz, Şükran Kurdakul, Mahmut Makal, Fethi Naci, Fakir Baykurt, Erdal Öz, Talip Apaydın, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Adalet Ağaoğlu, Metin Demirtaş, Gülten Akın, Nihat Behram, Asım Bezirci, Vedat Günyol, Kemal Burkay, Fikret Otyam, Sevgi Soysal, Muzaffer İzgü, Yılmaz Güney, İbrahim Balaban, İlhan Selçuk, Turhan Selçuk, Uğur Mumcu, Cahit Irgat, Arif Damar, Enver Gökçe, Nezihe Meriç ve Sait Faik benim bir çırpıda anımsadığım isimlerden bazıları…[5]
Açılan davaların birçoğunun aklanmayla sonuçlanması ne kadar da trajiktir.
Bu noktaya değinmişken, Sait Faik’in 1940’da yayımlanan Şahmerdan kitabındaki Çelme adlı öyküsünde emirerinin topal olması yani öyküsünde bir askerin ayağını tökezletmesi nedeniyle sıkıyönetimce sorgulandığını belirtmekte fayda var. Bir de, 1944’de Irkçılık-Turancılık davası olarak adlandırılan davadan söz etmek tarafsızlık açısından önemlidir. Bu davanın sanıkları içerisinde Prof. Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan ve Nihal Atsız gibi siyasi tarihimizin milliyetçi kanadının ağır topları vardır. Sanıklar, ağır işkencelere maruz kaldıklarını ileri sürmüşlerdir. Uğur Mumcu’nun ifadesiyle söylersek, Sansaryan Hanı’ndaki ‘tabutluklar’ siyasal sözcüklere bu dava nedeniyle geçmiştir. [6]

Ne yazık ki, yakın tarihimiz, siyasi suçlulara karşı yapılan insan hakları ihlâlleriyle sıkıyönetim ve ihtilâl süreçlerinin insanlık dışı işkenceleri ve uygulamalarıyla doludur. Farklı ya da aykırı düşünceyi ifade etmek bir yana, neredeyse düşünmeyi bile yasaklayan tektipçi rejimin ideolojik ürünü bir insan yaratmanın çabalarıyla, bu doğrultuda düşünmeyen gazeteci, aydın ve sanatçılara uygulanan sansür ve baskılar, demokrasimizin sağlıklı gelişimini son derece zedelemiştir.
Kurtuluş savaşı yıllarında ve genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “hukukî”, “siyasî” ve idarî” yapılanmasını belirleyen devrimlerin yapıldığı yıllarda, işçi ve burjuvazi sınıfları tam olarak oluşmamıştı. Sanayi gelişmemiş olduğu için, işçi sınıfı henüz nitelik olarak da nicelik olarak da var sayılamazdı. Burjuva sınıfı ise, ekonomik açıdan güçsüz, daha çok yönetici kadroları oluşturan sivil ve asker bürokratlarla toprak ağaları ve eşraftan oluşmuştu. Burjuvazinin köklü bir sınıfsal yapılanması olmadığı için burjuva devrimlerini özümseyememiş, seçme ve seçilme haklarının dayandığı demokratik bilinci oturtamamış, altındaki toprak her an kayacakmış ya da bir anda koltuğundan edilecekmiş korkuyla her türlü eleştirel düşünceyi yasakçı ve baskıcı bir tutumla ve antidemokratik yollarla bastırmaya çalışmıştır. Elbette en büyük tehlike de komünizmdir. A.Kadir ne güzel anlatıyor durumu: “Bildim bileli, otuz yıldır bu tehlike (komünizm tehlikesi, N.A.) hep yaklaşır, ama ne geldiği vardır, ne de uzaklaştığı. Hep yaklaşır, ne hikmetse!”[7]
Böylece 1930’ların sonları ve 1940’larda, C.H.P.’nin devlete dönüştüğü, devletin de egemen çevrelerden yana yapılanarak muhalif söylemi olan sanatçılara uygulanan baskıların meşrulaştırılmasında taraf olduğu söylenebilir. Tek partili dönemin ifade özgürlüğüne karşı tutumu, toplumcu-halkçı çevrelerce D.P.’nin bir umut olarak görülmesine yol açmıştır. Ne yazık ki iktidarın değişmesi, umulduğu gibi aydın ve sanatçılara uygulanan gelenekselleşmiş baskı ve sansür politikalarını değiştirmemiştir.
Resmi tarih ifadesi elbette tarihbilimcilere yönelen bir kuşkuyu barındırmaktadır. ‘Gerçek tarih’ ile ‘yazılan tarih’ arasında açık duran makas kapanmadıkça, bu ayrımı yapmak durumundayız. Bu yüzden, her dönemin koşullarına göre, her türlü önyargıdan olabildiğince arınarak tarihimizi değerlendirmek; bunu yaparken, karanlıkta bırakılmış noktaları neden-sonuç ilişkileriyle sosyolojik bağlamda değerlendirmek, tarihbilimcilerin başlıca sorumluluğu olmalıdır. Tarihimizle korkusuzca yüzleşmeden ifade özgürlüğünden söz edebilir miyiz?
III.
Sanatçının ifade özgürlüğü
Liberal ekonomiyi benimseyenlerin geçmişteki demirperde ülkelerinin bireysel özgürlüklere yaklaşımına yönelik eleştirilerini değerlendirirken, farklı açılardan yaklaşmak gerekmektedir. Bir dönemin sosyalist ülkelerindeki merkeziyetçi-Stalinist tip baskıcı bir rejimin bireysel özgürlükleri ve bununla birlikte ifade özgürlüğünü de kısıtladığı, tarihsel bir gerçektir. Buna karşılık olarak, kapitalizmin bireysel özgürlükleri pekiştirdiği yönünde bir kıyaslama da son derece peşin hükümlü bir yaklaşımdır. Kapitalist sistemin kıyasıya pekiştirdiği, ‘bireysel özgürlük’ değil, ‘bireyci özgürlük’tür ki, onun da olsa olsa, insanı insanlığ(ın)a yabancılaştıran ‘tüketim özgürlüğü’ olduğu söylenebilir.
Marks’a göre, burjuva bireyselliğinin insana sunduğu özgürlükler, insanı toplumsallaştırmaya değil, bencillikleri körükleyen yalnızlığa ve yabancılaşmaya sürükler.
“Özgürlük, kimseye zararı olmayan her şeyi yapma hakkıdır. Herkesin başkasına zarar vermeden davranabileceği alanın sınırları yasayla belirlenmiştir, iki tarla arasındaki sınırın bir kazıkla belirlenmesi gibi. Burada kendine kapalı ve yalıtık bir monad gibi alınmış bir özgürlük söz konusudur. İnsan olma hakkı, özgürlüğü, insanın insanla birliğine dayandırmaz, daha çok insanın insandan ayrılığına dayandırır.”[8]
Hangi ekonomik ve siyasal düzende olursa olsun, sanatçının özgürlüğünün farklı boyutları vardır. Duyarlılığını yaşadığı çağın çelişkilerinde odaklayarak, yaşamın ona sunduklarını içselleştirip, estetik yapıtlarla topluma sunan sanatçının ifade özgürlüğü, onun ne kadar bağımsız olduğuyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Sanatçıyı sermayenin güdümüne sokmak ne kadar tehlikeliyse, belli bir ideolojinin temsilcisi olmaya zorlamak da o kadar insafsızlıktır.
Sanatçı, eleştirel gözünü yumup, doğruyu-yanlışı, haklıyı-haksızı ayıramaz, ya da bildiği gerçekleri her şeye rağmen ifade edemez duruma getirilirse, bu körlük toplumun her kesimine yayılarak, görmeyen, duymayan, ezbere düşünen bireylerin büsbütün bağımlılaşmasına ve kimlik / kişilik yitimine uğramalarına sebep olacaktır.
Sanatçının konformist (uymacı), pragmatist (yararcı) ve oportünist (fırsatçı) alışkanlıkları topluma yavaş yavaş ve etkili bir şekilde yayılan bir zehir gibidir. Özgür düşünemeyen ya da düşündüğünü sanat eserinde özgürce somutlaştıramayan sanatçının sanatı ölü doğmuş sayılmalıdır. Sorgulamayan, insanın duygu ve düşünce katmanlarını aralamayan, dünün yarınla kesiştiği noktadan yani bugünden çağlara ulaşma çabası içinde olmayan estetik özneler ve estetik nesneler, birer çıkmaz sokak gibidirler.
Ülkemizde bir dönemin sanki estetik yetkinlikleri ölçüsünce suç unsuru sayılan kitapları, bugün baskı üstüne baskı yapadursun, o kitapların yazarlarına yapılan baskıların, sürgünlerin, işkencelerin lekesini vicdanımızdan söküp atabilecek miyiz?
Bütün bunları hiç yaşanmamış sayarak unutma çabamız, ‘sınırlı’ ve ‘yeterli’ özgürlükler içinde kalemimizi ‘tarafsız’ kılarak duyarsızlıklarımızın derinliklerinde yatanları örtbas etmeye yetecek midir?
Nihayet, tek kutuplu dünyamızın küresel söylemlerinde öğütülen halklara, medyanın her türlü ağıyla sunulan gerçekliği deşifre etmek, sanatçının sorumluluğunda değil midir? Bireysel özgürlükler kılığında sunulan bağımlılıklar, insanı yaşamdan soyutlayan yalnızlıklara iterken ‘modern-sonrası’ yüzyılımızın başka deyişle bilişim çağımızın yetkin sanatçılarına düşen onurlu tutum, ifade özgürlüğünü eylemle buluşturmak değil midir?
Bu yüzden ‘bağımsız’ düşünceyi ifade özgürlüğü, sanatçının vazgeçilmezi olmalıdır.

-Nilüfer Altunkaya-




________________________________________
[1]Felsefe tarihi, Macit Gökberk
[2] Sürüden Ayrılanlar, Siyasal İktidar Aydın Tarih ve Özgürlük -Taner Timur
[3] Marks’ın sözü, Aktaran Afşar Timuçin-Felsefeden Estetiğe
[4] Siyasal İktidar Sanata Karşı, Dr. Çetin Yetkin- Aynı kaynakta Zekeriya Sertel’den yapılan bir alıntıda Nâzım Hikmet’in 14 yıl hapis yattığı belirtiliyor. Bu zamansal farklılıkların nedeni, şairin farklı sorgulanmalar süresinde yattığı zamanların ele alınıp alınmaması ve farklı yargılanmaların sonuçlarının göz önünde bulundurulup bulundurulmaması olarak düşünülebilir. Aydınlık dergisinde çıkan şiir ve yazılarından ötürü on beş yıl hapse çarptırılmasıyla başlayan süreç, şairin 1938’e kadar birçok kez tutuklanması ve özgürlüğüne kavuşması ile devam eder. Toplamda on dört yıldan fazla özgürlüğünden yoksun kalmıştır. (N.A.)
[5] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bakınız; Yazarları da Vururlar Hazırlayan; Atilla Özkırımlı
[6]Kırkların Cadı Kazanı, Uğur Mumcu
[7] Mutlu Olmak Varken, A.Kadir -Uzunca Bir Önsöz
[8] Marks- Yahudi Sorunu, Aktaran Afşar Timuçin- Felsefeden Estetiğe



Afrodisyas Sanat- Temmuz-Ağustos 2010

sanat ve erotizm

Sanatın ve Erotizmin Muhteşem Dansı

I. Erotik ve Estetik

Kutsal kitaplar, örtünmenin cennetten kovuluşla başladığını, insanın çıplaklığından utanmayı ölümlü olur olmaz algıladığını anlatır. Mitler böyle ama antropoloji insanın doğadan kopuşunu birbiri ile iç içe evrimsel ve devinimsel süreçler ışığında açıklar. İnsanın doğadan kopuşu, doğaya egemen olma savaşı ve homo sapiens sonrası çıplaklığını algılayışı belki töreyi kalıtsal bir alışkanlıkla nesilden nesile aktarılan güdüselliğe dönüştürmesi, bilimin de hâlâ tam aydınlatamadığı sorularla doludur. Bilinen şu ki; ister doğadan kopuşu; taşın yontulmasına, ateşin ve tekerliğin bulunuşuna kadar uzanan alet kullanmakla başlayan bir evrimsel süreç olarak ele alalım, ister buhar gücünün makineleşmede kullanılarak erken kapitalizmin sanayileşme odaklı parlayışını başlangıç olarak alalım, insanın doğaya karşı açtığı savaşta ilerleyişi, çıplaklığını yadsıyan geleneksellerle izdüşümsellik barındırır. Gerçek anlamda ilk sınıflı toplumların, köleci ve feodal toplumların ilkelden çok daha yasak koyucu, yargılayıcı olduğunu ve çıplaklığı acımasızca yadsıdığını, böylece insanın evrimselliği usa dayalı olarak geliştikçe içgüdüsel dürtülerinin baskı altına alınışının da keskinlemiş olduğunu söyleyebiliriz.

Sınıflı toplum öncesi kadının ortaklığına dayalı bir yaşam vardı. Çocukların hepsi topluma aitti. Çocukların babasının belli olması adına özel mülkiyetle birlikte evlilik de kurumsallaştı. Böylece erkeğin mirası sorunu halledilmiş oldu. Aile yaşamıyla birlikte yatak odalarına itildi çıplaklık ve cinsellik.

Eski Yunan ve Roma köleci toplumlarında kadın öylesine dışlanmıştı ki yalnızca yaşamsal zorunluluklar için evlenilir ama aşk ve cinsellik kadınla yaşanmazdı. Ve eşcinsellik o kadar yaygındı ki ayrı bir nitelendirmeye bile gerek görülmeyen doğal bir yaşam biçimiydi.

Ortaçağda da erkek bedeni her zaman daha özgürdü. Kadın arzulanan, erkek arzulayan, kadın çağıran, kışkırtan, kendini sunan, “veren”, erkek sahip olandı. Bu biyolojik açıdan bakıldığında erkek cinsel organının başkaldırıyı, iktidarı yani gücü kadın cinsel organının ise derinliği, gizi, içine alarak boyun eğmeyi simgelediği söylenebilir. Bu konuyu Freud’un psikoseksüel yaklaşımları bakımından özetlersek, kadının erkek cinsel organına duyduğu eksiklik duygusu, oidipus kompleksi ile aile içi cinselliğin (bastırılmış ensest) çocukta karşı cins ebeveyn ile başlayan çatışmalı cinsel gelişimi, anne, çocuk ve baba üçgeninde yaşananların nevrotik sonuçları, libidonun bilinçaltına etkileri gibi birçok alt başlık oluşturulabilir. Ama kültürel yaşantının cinsler arası açtığı uçurumu ve kimliksel rollerin oluşumunu yalnızca cinsel organların işlevsel farklılıklarına bağlamak elbette gülünç olur.

Örtünmek, bedeni yani çıplaklığı ilk yadsıyış olarak cinsele ve erotiğe konulan yasakların da milâdı gibidir. Dinsel öğelerin de arzuya, şehvete karşı koyduğu yasaklar insanın cinselliğe karşı duyduğu baskıyı son derece pekiştirmiştir. Dinler, cinselliği ayıp sayarken, genel ölçülüğü belirleyen törelerle buyurgan ve yaptırımcı olmuşlardır. Böylece çok eşlilik, eşcinsellik gibi cinsel tercihler sosyal yaşamın değişebilir algılarına göre ele alınmıştır.

Erkeğin baskın olduğu koşullar altında kadın, tek eşli kılınarak, annelikle birlikte kocasının ve çocuklarının hizmetinde olmak durumunda bırakılmıştır. Bugün, demokratik bilinci yaşam alanlarına daha doğrudan yansıtmayı başaran Batı toplumlarında, kadının cinsel özgürlüğü, Doğu toplumlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde güvence altındadır. Aslında bu kıyaslama yapılırken Hıristiyanlık ve İslamiyet dinlerinin kadının sosyal yaşamdaki yeri konusunda yaklaşımlarının dogmatik ve tarihsel dayanakları da vurgulanmalıdır.

Modern yaşamın günümüz insanında çıplaklığı algılayış açısından da cinsler arasındaki egemenlik eşitsizliğinden doğan bir erotik nesne seçimi söz konusudur. Erotik nesnenin çıplak kadın bedeni olarak algılanışına gelene kadar, erotiği birçok farklı dile getiriş biçimlerinden geçilmiştir. Bu erotik algı, daha önce de söylediğim gibi yaşanan kültürün edimsel olgularından beslenmektedir.

Erotik nesnenin belirgin nitelikler kazanmasından önce çiftleşme, üreme içgüdüsel olarak belirgindi. Ve kadın erkek bedenleri çiftleşme edimi sırasında yansıtılırdı. Bunun ilk örnekleri
Avustralya Aborjinlerinin Malpanga’sı gibi mitsel kişiliklerde, Gılgamış Destanı gibi epik anlatılarda görülmektedir. Malpanga gibi tanrılarda erkek cinsel organı, abartılı büyüklüğüyle gücü temsil eder. Kadınsa berekettir. Doğurganlığıyla çiftleşmenin erekselliğe ulaşmasını sağlar. Böylece tüm canlı türlerinde olduğu gibi insanda da neslini sürdürme içgüdüsü yaşama geçirilmiş olur.

İşte toplumsal yaşamın gerektirdikleri sınırlamalarla insan içgüdüsel çiftleşmeyi bu ereksellik ışığında sürdüremez duruma gelirken, cinsellik, düş ve imgelerle örülen tutkularla ve aşk’la özdeşleşmiş, böylece insanın varlığını bilinçsel düzlemde sorgulamasında en önemli unsurlardan biri olmuştur.

Kadın ve erkek rolleri edinildikçe ve kurumsallaştıkça bu içgüdüsel evre, bilinç ve bilinçaltı yaptırımlarla ölçülülük, ayıp ve günah baskılarıyla kuşatıldı. Böylece insan bedeni bir yandan örtünerek gizlenirken bir yandan da çığırtkan yaklaşımlarla erotikleşmeye de başladı.

Bugün yaşantımızın sosyal alanlarında sistem, tam anlamıyla erotiği yadsır görünürken bir yandan insan zihnine erotik unsurları her anlamada, her şekilde sokmak adına yarışan birçok görsel, sessel ve izlenimsel etki ile kuşatmaktadır duyusallığımızı. Çünkü insanın bilinçaltına da bu şekilde hükmetmek çabasındadır. Modern ve modern sonrası yaşamın her alanında, hem yasak hem de çağıran objeler halindedir insan bedeni.

Erotik nesnenin algılanışına dönersek, cinsel tercihin de bu beğeniyi ya da kışkırtıcılığı belirleyeceği söylenebilir. Eski Yunan’daki eşcinsel yaşantı ya da eşcinsel yaşantının onaylanışı hatta özendirilişi o günün sanatına yansımıştır elbette. Günümüzün erotik nesnesi olan kadın bedeni ise kapitalist sömürünün bir bayrağı gibidir. Sistem, erkek egemenliğini onaylayarak feodal kalıntılara hizmet eder, kadını din doğmalarıyla kuşatarak günahkâr gösterirken, düzeni korumak adına erkeği bu bedenin vereceği geçici hazlara tutsak eder. Burada erkek de kadın kadar yitirmiştir kimliğini. Ve koşullu bir özgürlükle kandırılmıştır.

Kadın bedeninin daha estetik olduğu ise bir erkek masalıdır sadece. Erkeğin kaslı vücut yapısı, omuz genişliği, kadını erotikleştirse de estetik uyumunu azaltan yağlı göğüslerden yoksunluğu, her anlamda kadın bedeninden daha estetik bir bedene sahip olduğunu gösterir erkeğin. Bunun için aslında heteroseksüel bir bakış açısına da gerek yok. Konumuz kadın erkek bedenlerini kıyaslamak değil elbette. Bu nedenle erotik nesne seçiminin rastlantısallığını vurgulayarak geçelim bu noktayı.

Yenidendoğuş, resim sanatında çıplaklığı ve erotik nesneyi algılayışı özgürleştirdi. Güzel olanla erotik olan arasında yıkılan köprüler onarıldı böylece. İnsanla birlikte insan bedeni de değer kazanmaya başladı. Böylece bireyin toplumun edilgin bir parçası olmaktan çıkıp, bireyselliğin insancıllıkla özdeşleşerek kişiselliğe uzanmasında katkıda bulundu. Böylece birey, toplumsal yaşamda söz sahibi olurken bedenin de kendisine ait olduğunu kavramaya başladı.

Pavese’nin dediği gibi eğer yemek yemek yasak ya da ayıp sayılsaydı, cinsellikten alınan zevke benzer bir zevk alınacaktı yemek yerken belki de. Burada yasak kavramının, insan yönelişlerini ve hazzın ölçüsünü belirlerken ne kadar etkili olduğunu vurgulamak ister, Pavese. Yasak olan daha çok arzulanırken, arzu duyulanın yasak olması insan benliğini zora sokar. Sanat bu zorlanan benliği dirimine kavuşturan başlıca yollardan biridir. Böylece erotizm, insanın içindeki dolambaçları kavramak adına, hem bir araç hem de yaşamsal enerjinin biyoritminde süregelen en anlamlı amaç olarak yerini alır, sanatın tüm dallarında.

Gizemsel esin, erotik tutkudan fazlasıyla beslenir. Adını aşk koyalım, sevda koyalım ya da koymayalım ne fark eder? Esinin tutkularla bezeli yollarında, sevgiliye kavuşma arzusunu besleyen yalnızlığın yoğunluğu ve ölüm korkusu iç içe değil midir? Doğanın düzenli döngüsünde kendini sorgulamak ve ölüme meydan okumak pahasına yaşamın anlamını arayan tek canlı türü değil midir insan? Kendini sorgulamanın, yaşamı anlamlı ve katlanılır kılmanın, zenginleşmenin ve kendinde çoğalmanın en kapsayıcı biçimi değil midir sanat?

İnsan sanatla arar sorularının karşılığını. Öyleyse erotik olan sanatta farklı bir anlam ve değer kazanır. Erotik nesne olarak seçilen çıplaklığın algılanışını bir kenara bırakırsak, insanın yabancılığını ve yalnızlığını körükleyen ölümlü olmak duygusuna karşı güçlendiren, duyuşsal birikimle donatan bir erotik esinlenişi öncelemek gerekir. Bu anlamda yeri gelmişken söylemeliyim ki; her türlü sınırlayıcı yaklaşımı sansürcü bulmak, insanın sanatta ve yaşamda gerçek anlamda seçkin bir özgürlüğe kavuşması adına son derece önemlidir. Belki pornografik yaklaşımı ayıklamak gerekebilir. Ki; gayet açıktır bu ayrım. Pornografi kaba güdülere vahşi bir göstergesellikle ayıp ve yasak olanla saldırırken, sanatın yöntemsel ve etik hiçbir unsuruyla özdeşlik kurmaz. Kuramaz. Piyasa kültürüyle poşetlenmiş cinsel organlara orda-burada istem dışı dokunmak gibidir. Hazdan çok iğretiyi pekiştirir.

Sade’nin suça çağıran ırza geçme, ensest yasağına inatla karşı gelme, bedensel hazzı acıyla körükleme çabaları, sosyal ölçülülüğe dolaysız bir isyan olarak ele alınabilir. Diğer yandan bütün sapkınlıkların böyle bir isyana dayandırılması çok yüzeysel bir yaklaşım olur.
Bir yandan da sanatı besleyen erotizmin, suça yönelmeden sıradanla hesaplaşması kaçınılmaz gibi geliyor bana. Öyleyse sanatın ve erotizmin muhteşem dansını sıra dışı ve estetik olanda aramalıyız.

II. Eşcinsellik (Homoseksüellik)* ve
Küçük İskender Şiirinde Erotik Başkaldırı

Burada eşcinsellik üzerine saptamalarda ve yargılamalarda bulunmak değil niyetim. Yapabileceğim, son derece sınırlı birtakım öznel değerlendirmeler olabilir. Bu değerlendirmelerimden beklentinin, sınırlı öznellik çerçevesinde kalması gerekliliğini en baştan vurgulamalıyım.

Günümüzde toplumu yöneten konumundaki insanların bile bir “hastalık” olarak nitelendirebildiği eşcinsellik, ne yobaz İslamcıların aşağılayan yaklaşımlarıyla ne de sığ Marksistlerin sınıfsal çelişkilere bağlayarak, sınıflar kalkınca ondan da kurtuluruz öngörüleriyle açımlanabilecek kadar basit bir meseledir. Eşcinselliği, kültürel yozlaşmanın doruğu olarak görenler, alt kültürün her biçiminin egemen ve çoğunlukça onaylanan kimliklere açtığı yıpratıcı savaşın ayrımına varamayacak kadar uzaktır, devrimci algılayıştan.

Eşcinselliğin biyolojik ve kültürel ontolojisinin kılcallarında gezinmenin zorluğu karşısında, yaftalayan, yok sayan, aşağılayan, bir türlü insanın cinsel yaşamına müdahaleden arınamayan yobaz anlayışın kolaycılığı vardır. Üstelik bu yobaz anlayışa sahip olanlar, okumakla, toplumda statü sahibi olmakla falan da kurtulamamaktadır bu yaftalayıcı alışkanlıklarından. Birbirine karıştırılamaması gereken noktaları vurgulamak gerekirse; bunlardan ilki; eşcinselliği onaylamak ya da onaylamamanın kimsenin tekelinde olmadığıdır. Eşcinselin eşcinsel olduğu için eşcinsel yaşantı sürdürmesiyle, heteroseksüelin karşı cinsiyle bir cinsel yaşantı sürdürmesinin arasında nasıl ve neye dayalı olarak bir ayrım gözetebiliriz?
İkincisi; cinsel tercihe saygı duymakla başlayan bireysel özgürlükleri savunmak, eşcinselliğin çağrısını yapmak ve eşcinselliğe özendirmekle aynı tepkiyi almamalıdır. Bunlar, ne yazık ki kavramsal ve töresel önyargılardan kurtulamayarak düşünmeyi alışkanlık edinenlerin sıklıkla gömüldüğü yanılgılardır.

Eşcinsel kişinin varlığını, eşcinselliğe çağrı olarak gören bu insanlık dışı totaliter ve otoriter yaklaşımların sonucu olarak, eşcinsel yaşantıyı benimseyen kişiler, varoluşsal çatışkılarla boğuşmaktadır. Böylece eşcinsel kişi, geleneğin içinde yarattığı bilinçaltı suçluluk duygusunu ya benliğinde saklayarak yok saymaya çalışır (kendini yadsır) ya da boyun eğmemeyi seçerek topluma geri yansıtır. Birinci tepkiyi seçenler, kendi halinde bir yaşam biçimini benimserken ‘uyumlu’ hale gelir. Toplumun benliğinde açtığı yaraların kabuk bağlamasını sessizce izlememeye kararlı olanlar için ise en iyi yol sanattır. İnsanın duyuşsal ve düşünsel yaratıcılığının doruk noktası olan sanat, eşcinsel kişi için de kendini ifade edebilmenin en iyi yolu değil midir? Moda dünyasındaki eşcinsel ağırlık, bu anlamda dikkat çekiciyken, kapitalizmin ucuz piyasa koşullarında, eşcinselin kimliğini pazarladığı şarkıcılık da kendini topluma yansıtmanın bir başka boyutudur.

Edebiyat da insanın benliğinin kuytularında dolaşan, son derece düzeyli kültürel bir birikim isteyen, yaşamın her alanından beslenerek insanın insanı sorgulamasına ayna tutan bir sanat dalı olarak ‘eşcinsel libido’nun verimliliğiyle doludur.

Bu küçük girişten sonra, küçük İskender şiirinde erotik yaklaşımlar açısından yalnızca küçük bir parantez sayılabilecek bazı açılımlarda bulunmak istiyorum.

Şairin, Siyah Beyaz Denizatları adlı kitabında bir araya getirdiği şiirler; 1984-91 yılları arasında yazılmış ve birinci basımı 1991’de yapılan Erotika ve birinci basımı 1996’da yapılmış olan Suzidilara’yı kapsayan şiirlerden oluşmuştur. Genel bir değerlendirme ile bu şiirlerde, epik ve tarihsel öğelerin son dönem şiirlerine göre daha yoğun olduğu, metinler arası göndermelerin şiirsel dokuya katkı sunduğu, erotikanın intikama dönüşmesinde şiirin geniş coğrafyasında gezinen ve bilinci sarsan, yıkan ve yenileyen imgelerin son derece özgün olduğu vurgulanmalıdır.

“insan bazı aşklara büyük harfle başlar
bazı ölümler ise, çalıntıdır.”

dizelerinde duyumsanan güçlü şiirselliği

“sevgilimin adının bir
genelev sokağına vermişler.”

gibi dizeler ile aykırı sesini belirginleştirmeye başlar. Kan, anatomik organ ve organel isimleri insan bedeninin yalnızca duyuşsal değil patolojik yanlarıyla da sorgulanması gerekliliğinin bir sonucu gibi yinelenir. Bu şiirlerde eşcinsel aşk, şiirin dokularına aşk’la sindirilmiş, heteroseksüel yaptırımlara olan öfke, dolaylı göndermelerle sınırlı tutulmuştur.

“kadınsız kaldığım gecelerin ayrı bir tadı vardı
Sevmezdim kadınları
Sevdiler ki fena tuhaflaşırdı” (tuhaf kadın- siyah beyaz denizatları)

“bir kadınadam bir adamkadına dokunurken orda
geri götürmek için beni otelsiz çocukluğuma” (cihangir -siyah beyaz denizatları)

“anarşi eldiven giymiş ihanetin zifaf gecesinde
damadın cinsel gururunu kopartılıyorlar anne kız” (anarşi- siyah beyaz denizatları))

“artık evlenelim anne hayata karşı
ve gel, beraber kaybedelim bu mor savaşı

benimle birlikte intihar et anne”(ne çok- siyah beyaz denizatları))

Heteroseksüelin, eşcinsele yaptığı sistemli baskılarının faşizme kadar uzanan bir zemine yasladığını düşünmek kolay olmasa gerek. Şairin 2000 yılı sonrası şiirlerinin (İt Cazı, Ağır Abiler Orkestrası, Ölü evinde Seks Partisi gibi kitaplarındaki şiirlerin) ana damarı bu baskıya ve sıradana duyulan başkaldırıyla derinleşmiştir.

“…Beni aslı üzen, hırpalayan böyle bir beraberliğin yüzyıllardır aklanamamışlığı, faşistlerin ve heteroseksistlerin saldırganlığı ve sevilenlerin kendilerini sevenlere yönelttikleri acımasız tavırdı. Çok fazla kurban vermiştik. Daha da verecektik. Vermek, her anlamda gay’lerin fiilidir!” (eyelpi’ye mektuplar IV- it cazı)


Doğanın ters akıntısında sürüklendiğini duyumsayanlar, yadsırken yadsınır. Madde bağımlılığı, alkol, histeri ve bedensel tutkuların iç içe ölümü arzulayış ve ölüme direniş kılığında dolaştığı imgeler, sıradan olana, mutluluk ve avunmayı aynılaştıran ve kaçınılmaz sanılan normalleşmeye başkaldırır. Şiirlerde çınlayan erotik çığlık, ürperten bir dolaysızlıkla yüzeye vurur. Ortalama bir yaklaşımla bakıldığında böylesine dolaysız bir erotizmin, bir yandan aşağılanırken (küfürleştirilerek), bir yandan içine düşülmüş bir kuyu gibi duyumsandığı söylenebilir.

“reddedilmiş bir uyuşturucu partisi teklifi gibi her yeri cam kaplı bir odadan her yeri cinsel organ kaplı bir gezegene bakarken ağlamak! ” (kırık çizik- it cazı)

Erkek cinsel organı, eşcinsel bir çağrıdan ve bir şehvet imgesinden çok onu alt edememiş oluştaki yenilmişliğin nedenini simgeler gibidir. Bu varoluşsal edilginlik iktidar olamama, belki babayı alt ederek yerini alamama, böylece erkeğin erkek karşısındaki hor görülmüşlüğünü kışkırtır. Bir yandan da pişmanlıkla hayranlığı yani eşcinselin bastırmaya çalıştığı dizginlenemeyen günah duygusunu da dışa vurur. Penisin çocukluğu çüktür. Yani erkek çocuk, yine silik ve erkek egemen dünyada eziktir. Baba figürü modernitenin tüm kurumsallaşmış otoritelerini simgelerken anne bir geri çekiliştir. Toplumsal bir nesne ama çaresiz oğuldaki en ‘anaç’ öznedir. Kadın ve anne, feodalitenin babaya yaslanan çürük halatıyla bağlı ve bağımlı olunan ve aslında artık istenmeyen bir iyilik simgesidir. Kırık bir bisiklet gibi kalmalıdır çocukluğun tozlu kilerinde. Ve bilinçaltının sınırlarını zorlayarak yüzeye çıkıp, yeniden normale, ‘heteroseksüelliğe’ ve koşullu belki sahte iyiliğe çağırmamalıdır.

“suçüstü bir morgu kucaklarken yakalandım
omzunda beynimin ukala tabutu
çocukken kaybettiğim iskeletsiz anne” (beklenen mektup- ağır abiler orkestrası)

Kadının diğer bir görüntüsü, bu anaç ve iyiden tamamen soyunmuş haliyle fahişelik biçimindedir. Fahişe kadın (erkek), hiçbir erkeğe ait olmayışı kadar, sosyal yaşamın kıyısına itilmiş yaşamıyla da, ucuzlaştırılmış cinselliğiyle de yakındır eşcinsele.

Madde bağımlılığı ve alkol ise bir gereklilik gibidir. Yaşama katlanma kendinde avunma, ölüm ve yalnızlık korkusuyla baş edebilme yolu olarak bir yerlere sığınamamanın, birisi olamamanın ya da o kişi olmayı reddedişin yöntemsel gerekliliğidir.

‘Müstehcen’ algılayış ve geleneksel sınırlar fütursuzca sorgulanır. Değer yargılarını örselemek, doğal olanın yerine bambaşka bir çıplak, bu değer yargılarıyla örselenmiş bir ‘çıplak’ koymayı amaçlayan imgeler seçilir.

Küfürün beslendiği feodal kalıntılar paradoksaldır. Edimsellikten çok obje olarak baskın gibidir. Çitleşme ediminin hor görüsünü barındıran küfür ve argo, sosyal sınırlılıklara, ayıp ve günah kavramlarına açılmış bir isyanın şiirsele yedirilmiş bayrağıdır. İronik ve fazlasıyla meseleleştirilmiş haliyle bir anlamda iyi-kötü dengesinin kötüden, daha doğru bir deyişle kötü olarak belletilmiş olandan yana ağır basması için tutkuyu da irdeler. Eşcinselliğin sanki doğal bir sonucuymuş gibi edinilen alt kültür alışkanlıkları ve yaşantı kesitleri, bu çabanın birbirini tamamlayan dolambaçlarıdır. Böylece birinci tanık olarak arka sokaklarda olan bitenlere çağırır şair, korkusuzca. Cinayet ve tüm suç kavramları toplumun ve tarihin bilinçaltına serbest dalışlarla yüzeye çıkarılır.

“Cesetler elle doyuma ulaşır tabutlarında
Kefen bezi sperm lekesi tutmaz
Savrul biraz!” (satırlarıma son verirken sana beni ter etmek yakışır- ağır ağabeyler orkestrası)

“Suçu benim üstüme at. Suç beni bağlamaz. Suç bana çarpmaz.” (monolog maketi-it cazı)

Küçük İskender, günceli oldukça rahat alır şiirinin yatağına. Ve sözcük şiirle buluştuğunda imgeyle nesneyi, nesneyle düşü çağrışımlaştırır. ‘Sevgili’ iyi ve kötünün, ben ile ben olmayanın sorgulanmasında tensel bir duralayıştır sanki. Acı çekmenin tene yansıyan doyumsuzluğunda gezinir beden. Böylece bedenin sözcüklerle soyutlaştırılmış cinselliği apiori algılanışa dönüşür. Ayıp ve günah olan, insan onlara ayıp ve günah dediği için böyledir ne de olsa…

“Çünkü herkes günahıyla bir yere kadar şimdilik sevap”(ölümün akrabası yok-ölü evinde seks partisi)

Sonuç olarak, genel geçer ve yaftalayan bakış açılarıyla sanıldığı gibi, eşcinselliğin ve alt kültürün erotik şairi değildir küçük İskender, bence. Günahla hesaplaşmanın başkaldıran cesur yürekli şairidir. Bunu yaparken şiirdeki arayışlarıyla da yenilikçi olmanın peşini bırakmaz. Şiirdeki cesur arayışlarıyla, mekanik ereksellikten arınmış çok sesli bir şiir damarı yakalamıştır. Onun popülerliğinin izinde yürümeye çalışanların işi oldukça zor. Şiirsel yaratıcılığı son derece ışıltılı bir sıra dışılığa yaslanmaktadır çünkü.

Daha önce de belirttiğim gibi, bir kısacık yazıyla küçük İskender gibi üretken ve şiiri birçok kılcal damara açımlanan sıra dışı bir şairi derinlemesine irdelemek olanaksızdır. Ayrıca onun bu sıra dışılığını lanetleyen bazı malum zihniyetlerin bu yazıya da aynı önyargılarla yaklaşacaklarından eminim. Ne var ki; bu tür sansürcü algılayışlara boyun eğmektense; şiir aşk’ıyla dolu kadehimi ‘salt’ özgürlüğe kaldırmayı tercih ederim.



* Bu yazıda küçük İskender şiirinde odaklanacağım için eşcinsellik kavramı, yalnızca homoseksüellikle sınırlandırılarak ele alınmıştır.

**italikler, parantez içlerinde belirtilen küçük İskender şiirlerinden alıntılardır.

Nilüfer Altunkaya

Kurgu- temmuz- ağustos 2010